1. YAZARLAR

  2. Ali Bulaç

  3. Nefs’in yedi vadisi (1)
Ali Bulaç

Ali Bulaç

Nefs’in yedi vadisi (1)

A+A-

Modern psikoloji “nefs” kavramını kale almaz, eskiden psikolojik olaylarla ilgili tedrisatı yapılan “İlmü’n nefs” vardı. Nasıl gündelik hayatın muteber ve makbul fıkıh kurallarına göre sürmesini hedefleyen İlm-i hal var idiyse. Ruhi-manevi hayatın da sağlıklı yürümesini hedefleyen İlmü’n nefs vardı.

Esasında çoğu zaman aksi düşünülse bile –ki bu düşünceyi haklı çıkaracak bol  miktarda malzeme var- esasında İlmü’n nefs’in kendisi batınî fıkıh olarak görülebilir, nitekim tasavvufa bu ismi verenler vardır.

Tasavvufun ana konusu “nefs”tir, bu iyidir ve gereklidir, bazı tasavvufi söylem veya şahısların “nefs” konusuna getirdikleri zarar, nefsi salt “kötülüğü emreden Nefs-i emare”ye indirgemiş olmasıdır. Oysa kişilik, benlik, manevi öz, zat vb. anlamları olduğu gibi nefsin yedi hali vardır, kötülüğü emreden nefs sadece en aşağı mertebede bizim sosyal, politik, maddi ve benzeri her türden ahlaki tutumumuzu kötü yönde belirlemeye çalışan tek çeşittir.

Nefs- emmare, Kur’an-ı Kerim’de yer alır:

“Ben nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- vargücüyle kötülüğü emredendir. Şüphesiz, benim Rabbim, bağışlayandır, esirgeyendir.” (12/Yusuf, 53.)

Yusuf aleyhisselâm suçsuzluğunu ispatlamasın rağmen nefsini bütünüyle temize çıkarmaktan çekindiğini söyledi. “Nefsini temize çıkarmamı” diyen Yusuf ne demek istiyor?

İbnu’lKayyim el Cevziyye, bu sözü Züleyha’nın, Aziz’in veya Hz. Yusuf’un söylediğine dair üç görüşe yer verir. Züleyha söylemişse, Yusuf’u arzu ettiğini itiraf sadedinde söylemiştir. Vezir söylemişse, suçsuzluğunu bildiği halde aile şerefi ve siyasi sebeplerle Yusuf’un zindana atılmasına karar verdiği için nefsine uymuş, haksız bir fiilde bulunmuştur. Ancak üçüncü ihtimal çok daha kuvvetli görünmektedir. Şöyle ki:

Yusuf’un da Züleyha’yı arzu ettiğini ama hemen Allah’ın bu fiille ilgili yasağını hatırlayıp nefsini kontrol ettiğini biliyoruz (12/24). Bu ayette Yusuf aleyhisselâm, nefsini temize çıkarmadığını, çünkü nefsin insana kötülüğü emrettiğini, hem de kuvvetli ve ısrarlı bir biçimde (faa’leden emmare) yaptığını söylüyor. Çünkü “kendisi de Züleyha’ya eğilim duymuş, onu arzulamış”tı. Çabucak kendisini toparladı, zina adı verilen haram fiili işlemenin ne büyük bir iş ve çirkin olduğunu hatırlayıp nefsini denetim altına aldı. Yani nefsinde böyle bir arzu vardı ama nefsine yenilmedi. İşte insana yasak/haram kılınan bir fiili emreden nefis, kötülüğü emreden nefistir. Ancak insana kötülüğü emreden nefis (Nefs-i emmare) nefsin tamamı, bütünü değildir, türevlerinden biridir. Maalesef aşırılaştırılmış yorumuyla ve zaman içinde tasavvuf kültürü nefsin bütün türevlerini, tek bir türeve, kötülüğü emreden nefse indirgemiştir. Kur’an-ı Kerim’de nefsin 7 türevi zikredilir, bunlardan biri burada sözü geçendir:

1) Nefs-i emmare: Dünyaya, bedene en yakın, en aşağı seviyedeki kademede ortaya çıkan kuvvete denir. Nefsi, ruhun dünya şartlarında ve bedende insandaki özvarlık, benlik, kişilik, arzu, kuvvet, cazibe hareket seyri, irade tezahürü şeklinde anlamak gerekirse, Nefs-i emmare’yi, nefsin kötülüğü emreden türevi olarak anlayabiliriz. Bunun “ne” olduğunu, neliğini en iyi Hz. Peygamber (s.a.) bize anlatmış bulunmaktadır.

Hz. Yusuf’un kaçındığı yasak, nikâhsız birliktelik, yani zina idi. Bunun yasak bir fiil olduğunu ona bildiren şanı Yüce Allah’tır. Züleyha hem evli bir kadındı, hem muhtemelen de müşrikti yani evli olmasaydı da onunla birlikte olamazdı. Neyin helal, neyin haram olduğuna biz kendimiz tayin edemeyiz. Hadiste tanımlandığı üzere “Haram, Allah’ın Kitabı’nda yasaklanan (haram) şeydir” (Tirmizi, Libas, 6; İbn-iMace, Et’ıma, 60). Haram sınırdır, bu sınırları Allah tayin eder ve çizer, buna Hududullah denir.

Fakat bu, isteme kuvvetine sahip nefsin her türlü istek ve arzudan kendini yoksun bırakması, isteğin kendisini öldürmesi anlamına gelmez, buna makbul zühd gözüyle de bakılmaz. Çünkü yine Hz. Peygamber (s.a.) “Dünyada zühd, helallerin haram kılınması değildir” (Tirmizi, Zühd, 39) buyurmuştur. Nefsin güçlü bir istek merkezi ve kaynağı (iştah-u şehvet) olduğunu biliyoruz. Hayatımızı idame ettirebilmek için gıdaya iştahımız var, neslimizi devam ettirebilmek için de şehvete, cinsel arzuya. Ancak yeme ve içmenin mahiyetini Kur’an ve Sünnet tayin eder, bunun somut modelini Hz. Peygamber (s.a.) gösterir. Şehvet, kendi başına meşru ve gereklidir. Ama iffetle çerçevelendiği sürece ve biçimde öyledir. Nefs-i emmare kontrolsüz şehveti harekete geçirir, gayrimeşru arzuları tahrik eder ve insanın konmuş sınırları aşarak tatmin bulmasını, haz almasını emreder: “Nefis diler ve iştiha eder” (Buhari, Kader, 9; Müslim, Kader, 20). Nefsin bu türevi son derece etkilidir: “Nefsimizin şerrinden Allah’a sığınırız” (Nesai, Cuma, 24).

Hz. Yusuf’un içinde harekete geçip de “bir an” için onu Züleyha’ya arzuyla yönelten kuvvet işte bu nefistir. Ama Hz. Yusuf, bu zina fiiliyle ilgili konulmuş yasağı hatırlayıp nefsini dizginlemeyi başarır. Eğer nefsine uysaydı, yapmaması gereken bir fiili yapacak, dolayısıyla emmare türevinin etkisi altında nefsinin kendisine, zatına, bütününe zulmetmiş olacaktı. Bu çerçevede Hz. Peygamber (s.a.) şöyle dua eder: “Andolsun, zulmü kendi nefsime haram kıldım, sizin için de haram kıldım” (Müslim, Bir, 55). Aslında bu haramı koyan Allah’tır, o peygamber sıfatıyla bize bunu hatırlatmakta, altını kalın çizgilerle çizmektedir.

Bu olaydan sonra Hz. Yusuf’un Züleyha ile bir alakası olmamıştır. Onunla evlendiği veya aralarında edebiyata konu olan “Yusuf-Züleyha aşkı” vuku bulmamıştır. Tarihlere verdiği kesin olmayan bilgilere göre Hz. Yusuf,  Firavun önerisi üzerine Asenat isminde bir hanımla evlenmiştir.

Belirtmek gerekir ki, nefis’le ilgili İslam irfan tarihinde zengin bir literatür vardır, insan psikolojisinin, ruh dünyasının anahtar terimlerinden biridir. Nefsin mahiyeti, etkisi, türevleri göz önüne alınmadan insan psikolojisi, iç dünyası, dış uyarıcılara verdiği tepkiler, içtepiler doğru anlaşılamaz. Bu çerçevede yukarıda belirttiğimiz gibi eski filozoflar psikolojiye “Nefsin bilgisi (İlmu’n nefs)” adını vermişlerdi. Ruh ve nefsin insan kişiliği ve hayatındaki merkezi yeri ve etkisi kaale alınmıyorsa, psikoloji olarak geriye kalan insanın salt bir organizma olarak telakki edilmesi, insanın bir tür biyolojik/fizyolojik materyalizm nesnesi olarak araştırma nesnesi haline getirilmesidir. Tasavvuf ehli en çok nefs konusu üzerinde durmuşlardır. Abdullah ibn-i Mübarek, şöyle der: “Akıllı insan, nefsini alçaltan ve ölümden sonrası için çalışandır. Aciz insan ise nefsinin isteklerine bağımlı olan ve Allah hakkında batıl/temelsiz zanlarda bulunan kimsedir.” Hakikaten denetim altına alınmadığı takdirde nefs, şişkin bir fil gibidir. Kontrolden çıktığında her yanı tahrip eder. Yıkıcı zararlarından korunmak için onu terbiye etmek, ehlileştirmek lazım ki, bize bu konuda verilmiş güç iradedir. Küçücük bir parça (cüz-i irade) bu koca yaratığı zapturapt altına alabilir.

Çoğu zaman nefis, eksik olarak “emmare” vasfıyla bilinir, kötülükle özdeşleşir. Oysa nefis, kötülükten, gayrimeşru istek ve arzulardan, insanı bağımlı kılan tutkulardan ibaret değildir. (Nefs-i vahide için bkz. 4/ Nisa, 1.) Bazı Uzakdoğu dinlerinde ve modern Batı’da nefs telakkisi iki aşırılığı temsil eder. Birinde nefs tamamen öldürülür, diğerinde her arzu ve tutkusu yerine getirilmek istenir. Nefsi tamamen öldürmeye kalkışmak, insanın dünyadaki sınavının iptal edilmesi anlamına gelir, şahsiyet de nefsle beraber ölür. Nefsin her isteğini yerine getirmek insanı bedensel arzuların tutsağı haline getirir, bencilleştirir, egosunu şişirir, başkalarına karşı sorumsuzlaştırır, hasım hale getirir, envaı türlü çatışmalara sebebiyet verir. Bu iki aşırı nefs telakkisine karşı İslam vasat nefs görüşünü vaz’eder ki, bu, nefsin dizginlenmesidir. Bu öyle zor ki, başlı başına bir mücahededir, buna “büyük cihad” denmiştir.

Önceki ve Sonraki Yazılar