Miras Taksiminde Erkek ve Kadının Payları Üzerine (3)
İktisadi gelirin ağırlıklı olarak savaş ganimetlerine ve ticarete dayandığı bir toplumda erkeğin hem gelir temin etme görevi, hem ailesine karşı diğer sorumlulukları kadına göre kat kat fazladır. Çünkü kadın ne savaşa katılıp ganimete ortak olur, ne aktif ticaret yapıp şehirlerarası riskli kervan ticaretlerine katılabilir. Kısaca Hz. Hatice örneğinde gördüğümüz üzere istisnalar hariç, genel teamüle göre kadının iktisadi hayata evin işlerini üstlenmesinden başka katkısı yoktur.
Araplardaki miras taksimi aslında sadece kadına karşı da değildir; savaşa katılan büyük erkek, annesini ve kız kardeşlerini mirastan mahrum bırakabildiği gibi küçük erkek kardeşlerini de mahrum bırakabilmekteydi. Kur’an-ı Kerim, bu teamülü bütünüyle ortadan kaldırdı, bütün erkek kardeşleri mirasta hak sahibi kıldığı gibi anne-baba, kız çocuğu, kız kardeş, büyük anne ve kız torunlarını da hak sahibi kıldı.
Bu düzenlemenin tamamıyla kadının lehine olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü kadın mirastan hak sahibi kılındı ama genel ekonomik faaliyetten, aileyi geçindirmekten doğrudan sorumlu tutulmadı. Tam olarak eşitlenseydi, kadınlar üzerinden öylesine haksız bir sermaye terakümü çıkabilirdi ki, bu sefer adalet sarsılmış olacaktı. Açık ki eşit hisse, ekonomik faaliyetten ve geçimden sorumlu olmayan kadının ailesinden evlendiği erkeğe ve ailesine servet aktarması anlamına da gelir. Bir de çok kadınla evliliği düşünelim. Birden fazla kadınla evli bir erkek, her eşi üzerinden başka ailelerden kendisine transfer edilecek servet sayesinde emeksiz olarak bir anda zengin olabilir. Emeğin ve riskin rol almadığı söz konusu paylaşım sisteminde, birine külfetsiz nimet, diğerine nimetsiz külfet düşmektedir. Haksız yere damat veya eniştenin zenginleştiği, erkek kardeşlerin güçten düştüğü bir sistem adil veya adalet üzre sürdürülebilir değildir. Bu özelliği dolayısıyla, evlilikle beraber erkeğin kız kardeşlerine karşı sorumluluklarının sona ermesine yol açması mümkündür.
H. Kazım Kadri, “Ailenin hayatını temin etme görevi erkeğe ait olduğu sürece böyle bir hüküm caridir, cari olmalıdır”, der ve şöyle sorar: “Fakat hal ve vaziyet değişir ve herhangi bir sebeple kadının ekonomik faaliyete katılımına ihtiyaç hâsıl olursa, onun da mirastan eşit pay almasına ne mani olabilir?” (H. Kazım Kadri, İnsan Hakları Beyannamesinin İslam Hukukuyla Mukayesesi, İstanbul-1949, s. 57).
Eğer hükümlerin yöneldiği ana maksat adalet ise ve adaletin tesisiyle varislerin hayatlarını sürdürürken başkalarına muhtaç duruma düşmeden babalarının veya annelerinin kalan mirasından yararlanmaları miras hükmünün esasını teşkil ediyorsa, bu durumda değişen sosyo-ekonomik şartlar çerçevesinde zayıf ve muhtaç olanı koruyacak biçimde yeni düzenlemelerin yapılması, miras hükmünün maksadına aykırı düşmez. Belki bu durumda 1/3 dengesini “asgari limit” şeklinde düşünüp, yükseltmek mümkün olacaktır.
Kur’an’da hükümler asgari ve azami limitler şeklinde varit olmuştur. Mesela öldürme olayında kısas “en üst/azami sınır”dır. İdeal olanı af, ortası diyet, azami olanı kısastır. Kısası aşmak, mesela katilin yakınlarını, aile ve akrabalarını da öldürmeye kalkışmak (kan davalarında görüldüğü gibi) üst sınırın aşılması anlamına gelir ki, bu kesin olarak yasaklanmıştır. Ticari mallardan alınan 1/40 zekât miktarı asgari sınırdır. Bunun altına düşülemez, ama üstüne çıkılır. Bu yüzden Hz. Ali, 1/40 için “Cimrilerin zekâtı” demiştir. Nitekim mecburi infak olan zekatın asgari limiti 1/40 iken, ideal olan infak “İhtiyaçtan arta kalanı”dır (2/Bakara, 215).
Kadına tayin edilen miras miktarı da buna örnek olabilir. 1/3 pay belki “asgari sınır“ olarak düşünülebilir ki, anlamı bunun altına inilemez ama üstüne çıkılamaz diye amir bir hüküm söz konusu değildir. Bunu zamana ve özel şartlara göre Münzel Şeriat’e göre hüküm yürüten meşru kamu otoritesinin koruyuculuğu altında muteber müçtehitlerin içtihatlarını esas alan mahkemeler tespit ve takdir edebilir. Esasında mirasın üçte birini aşmayacak şekilde babaya vasiyet hakkının tanınmış olması, dolaylı yoldan böyle bir düzenlemeye açık kapı bırakıldığını ima eder. Burada dikkat edilecek iki husustan biri, her halükarda hükmün maksadına uygun olarak ihtiyaç sahibinin gözetilmesi; diğeri sevgi bağı veya kayırma (subjektif saik) mülahazasıyla varislerden birine veya birkaçına hiçbir şekilde haksızlık yapılmamasıdır.
Şu hususun altını çizmek gerekir ki, Bakara, 282. ayette geçen “kadının şahitliği” ve bu ayette anlatılan miras hükümleriyle ilgili varılan sonuçlar bireysel ve dönemseldir, hükümlerin geçerlilikleri illetleriyle ilgilidir. Genel olamazlar. Yani okuma yazması olup neyin altına imza attığını bilen bir kadının –mesela iktisat profesörü olan bir kadının) şahitliği erkekle denk iken, okuma yazma bilmeyen, hesap kitap işinden anlamayan bir kadının şahitliği erkeğe denk değildir. (Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, I, 585-612.) Aynı şekilde kadının ekonomik faaliyete katılmadığı, evin geçimine herhangi bir maddi katkı sağlamadığı ve sorumlulukların erkeğe ait olduğu durumlarda, miras paylaşımı hükmün zahirinde olduğu gibi 1/3’tür. Kadının ekonomik faaliyete katıldığı ve erkekle eşit sorumluluklar üstlendiği durumlarda ise oranlar değişebilir, çünkü hükmün illetinde değişiklik meydana gelmiştir. Kısaca her iki konuda hükümler illete bağlı olduklarından illet devam ettiği müddetçe hüküm devam eder, illet değişince hüküm değişir. Bu illetin geri gelmesiyle hükmün de geri geleceği anlamına gelir.
Bakara, 180. ayette anneye-babaya ve akrabalara vasiyetle ilgili hükümler yer almıştı. Bazıları bunun Nisa sûresindeki bu ayetlerle neshedildiğini söylüyorsa da burada nesih değil, tahsis söz konusudur. Konuyla ilgili gelen eleştirileri son yazımda cevaplamaya çalışacağım, inşaallah.