1. HABERLER

  2. EDEBİYAT DEFTERİ

  3. DÜŞÜNCE - YORUM - ANALİZ

  4. Gazze’deki İnsanın Evrensel Örnekliği
Gazze’deki İnsanın Evrensel Örnekliği

Gazze’deki İnsanın Evrensel Örnekliği

İnsanlığın vicdanını temsilen Gazze’deki insan, çağımızın en yalın, en çıplak hakikatini hatırlatır: Zulüm karşısında susmak, insanlığın tükenişidir; direniş ise onun yeniden doğuşudur. Gazze’deki insanın varlığı, fıtratıyla bağını yitiren modern insana y

A+A-

Zehra YILDIRIM - Kritikbakis

Washington’daki ABD Kongresi’nde yaşanan o korkunç sahne hâlâ gözlerimizin önünde: Asrın önde gelen katili kürsüde konuşmasını bitiriyor ve salon, üç dakika kırk saniye boyunca ayakta alkışlarla çınlıyor… Adeta zulüm bir erdemmiş, soykırım da hayatın olağan akışına dâhilmiş gibi lanse ettirildi. Bizler de alenen ahmak yerine konulmak istendik.

Bu sahneye şahit olanlardan biri, Filistin’i dolayısıyla Gazze’yi sürekli gündemde tutma gerekliliğine sadakatle bağlı kalan Taha Abdurrahman, yaptığı çarpıcı konuşmasında ‘mutlak şer’ kavramını özellikle vurgulamıştı. Ona göre ‘salt kötülük’ olarak tercüme edilmesi mümkün olan mutlak şer, soyut bir kötülük tasnifinden ibaret değil; tarihin en çıplak hâliyle Gazze’deki insan üzerinden bütün insanlığa yöneltilen zulmün kendisidir. Bugün bu zulmün en açık ve doğrudan hedefi ise Gazze’deki insandır.  Bu anlamda o, yalnızca bir milletin ya da coğrafyanın temsilcisi değildir; onun varlığı ve direnişi, çağdaş insanın en derin imtihanını açığa çıkarır. Filistinli insanı tanımak ya da onun temsil ettiği hakikati doğru anlamak, aslında mutlak şerrin hakikatini kavramakla eş anlamlıdır.

Tarihsel bir özne olmanın ötesinde, ahlaki ve metafizik bir direniş sergileyen Gazze’deki direnişçi (murâbıt), sıradan bir siyasi aktör değildir. Onun taşıdığı yük, sadece bir “bağımsızlık mücadelesi” ile açıklanamaz. O, yaratıcıya olan sarsılmaz sadakatiyle, yalnızca politik düzlemde değil, aynı zamanda ahlaki ve metafizik boyutta yürütülen bir direnişin timsalidir. Bu yüzden onun mücadelesi, yalnızca Filistin topraklarının özgürlüğü için değil; bütün insanlığın onurunun, haysiyetinin ve asli değerlerinin korunması için verilen bir mücadelenin omuzlayıcısıdır. Murâbıt’ın şahsında, zulme boyun eğmemek yalnızca bir direniş biçimi değil, aynı zamanda insanlığın özüne, fıtratına ve ilahî emanete sadakatin en somut ifadesi hâline gelir. O, mazlumlara yol açan, umudu diri tutan ve karanlığın en koyu anında bile ışığı söndürmeyen bir varoluş örneği sergiler. Onun direnişi, taşla, barikatla ya da sloganla sınırlı değildir; sabırla, duayla, teslimiyetle ve hakikate olan derin bağlılıkla örülmüş çok katmanlı bir direniştir. Gazze’deki direnişçi, sadece kendi halkına değil, zulmün pençesinde kıvranan bütün halklara umut ışığı yakar. Onun şahsında, adaletin yeniden tesis edilebileceğine ve insanlık değerlerinin yeniden inşa edilebileceğine dair güçlü bir şahitlik ortaya çıkar. Bu yüzden Gazze’deki insan, çağın vicdanı, insanlığın imtihanı ve direnişin evrensel örneği olarak tarih sahnesinde yerini almıştır.

Direnişçinin omuzladığı misyon, iki temel görevde belirginleşir: İnsanlık değerlerinin yeniden inşası ve insanın özgürleştirilmesi. Bu iki görev, sadece bir halkın bağımsızlığına kavuşmasını değil, bütün insanlığın kaybettiği asli değerlerle yeniden buluşmasını öngörür. “İnsanlık değerlerinin yeniden inşası”, yeni dünya düzeninin kabulleri doğrultusunda çıkar ilişkilerinin yıktığı ahlakî temellerin onarılması, merhametin ve adaletin evrensel ölçekte tekrar ikame edilmesi anlamına gelir. Gazze’deki direnişçi, işte bu değersizleştirilmiş dünyada yeniden değer kurucu bir şahsiyet olarak öne çıkar. “İnsanın özgürleştirilmesi” ise yalnızca siyasî esaretten kurtuluş değildir; insanın kendi fıtratıyla, yaratılış gayesiyle, ilahî emanetiyle yeniden irtibat kurmasıdır. Bu özgürlük, zincirlerin kırılmasının ötesinde, içsel bağların, vicdanın ve ruhun esaretten kurtulması gibi bir derinlik taşır. Dolayısıyla Gazze’deki direnişçinin üstlendiği bu iki vazife -bedeli çok ağır olan- çağımızın en ağır sorumluluklarıdır. O, insanlığın kirlenmiş ufkunu temizleyerek, yeniden saf ve fıtrî bağlara dönmenin imkânını hatırlatır.

Bugün Gazze’deki insan nezdinde şahit olduğumuz çok katmanlı bilinç hâli, yalnızca taş atan ellerin ya da kutsal mekânların kapılarında nöbet tutan bedenlerin mücadelesinden ibaret değildir. Bu bilinç, görünürdeki eylemlerin çok ötesine uzanır; dua, sabır, tevekkül, teslimiyet ve derin bir maneviyatla örülmüş köklü bir şuur hâlidir. Gazze’deki insan, “Hasbunallahu ve ni‘mel vekîl, ve’l-hamdulillahi Rabbil âlemîn” duasını yalnızca dilinde taşımaz; onu varoluşunun merkezine yerleştirir. Bu dua, onun için geçici bir teselli yahut sığınma cümlesi değildir. Aksine, zulme ve kötülüğe karşı geliştirdiği metafizik bir silah, karanlığa karşı direnişin manevî bir kalkanıdır. Her tekrarında, sadece işgale değil; umutsuzluğa, çaresizliğe, insanın kendi özünü unutmasına da meydan okur. Böylece Gazze’deki direnişçi, zulme karşı koyarken aynı anda kendi fıtratını olgunlaştırır, içsel tekâmül yolculuğunu sürdürür. Onun mücadelesi hem dışsal bir karşı koyuş hem de içsel bir inşa sürecidir. Bu yönüyle o, yalnızca zulme maruz bırakılmış bir mazlum değil; insanlığın vicdanı adına nöbet tutan, hakikatin ve adaletin öncülüğünü üstlenen bir şahsiyet hâline gelir. Ondaki bu bilinç hâli, bütün dünyaya şunu hatırlatır: Direniş yalnızca taşla değil, dua ile; yalnızca bedeniyle değil, ruhuyla; yalnızca öfkeyle değil, sabır ve teslimiyetle mümkündür. Gazze’deki insan, işte bu çok katmanlı direnişiyle, çağımızın en derin vicdanî örnekliğini temsil eder.

Kutsalın muhafazası için tuttuğu nöbette, toprağın sınırlarını korurken aynı zamanda “anlamın hudutlarını” da müdafaa eden bir bilinç hâlindedir Gazze’deki insan. Çünkü İsrail gibi sınır tanımayan zalimlerin dünyasında işgal, yalnızca coğrafyayı gasp etmek ve mekânı kirletmekten ibaret olmayıp; aynı zamanda insanın özünü, yani fıtratını bozma girişimidir. Onun direnişi ise bu tahribata, kutsallığı yeniden ihyâ ederek ve fıtratı aslına döndürerek karşı çıkar. Buradaki murâbata, yani nöbet tutma hâli, sadece bedensel bir duruş olmayıp ruhun, niyetin ve fıtratın bütünlüğüyle gerçekleşen bir sadakat nöbetidir aslında. Gazze’deki insan, sevgili Peygamberin (sav) bıraktığı ilahî mirası ve Cebrâil’in (as) Burak’ı Kudüs’e bağlayışındaki o kadim rabıtayı yüreğinde taşır. İşte bu yüzden onun direnişi, dünyevî bir kavgadan ibaret olmayan; ilahî bir emaneti koruma iradesinin dışavurumudur. Nöbetini yalnızca toprak sınırlarında değil; hakikat ile sahte arasındaki çizgide, fıtrat ile tahrifat arasındaki uçurumda da tutar. Onun direnişi, bir yandan işgalin bıraktığı yıkımı onarırken, diğer yandan insanlığın kutsalla olan bağını yeniden hatırlatır. Bu yönüyle murâbıt, sadece kendi halkının değil, bütün insanlığın emanete sadakatini canlı tutan bir şahittir adeta.

Gazze’deki direnişçi, köleliğe karşı direnişin ifşa gücünü ortaya koyan bir şahsiyet olarak yalnızca İsrail’in zulmüne karşı koymakla kalmaz; aynı zamanda bu zulmün asıl failleriyle “normalleşen” yöneticileri de ifşa eder. Çünkü bu yöneticiler, kendi halklarını ve onların değerlerini İsrail karşısında köleleştirerek, adaletin hem fıtrî hem de ahlakî kaynağını tahrif etmektedirler. Bu iki yönlü köleliği -bir yandan işgalin doğrudan esareti, diğer yandan işbirlikçi yöneticilerin teslimiyetçi tavrı- reddederek, hakikî özgürlüğün ve gerçek adaletin kapısını aralayan kişidir Gazze’deki insan. Onun direnişi, yalnızca siyasî bir reddiye değil, aynı zamanda bütün insanlığa yöneltilmiş bir ahlakî çağrıdır: Köleleşmeyi reddetmek, zillete razı olmamak, kutsalı ve emaneti korumak. Bu yüzden direnişçi, işgalciyi de, işgale rıza göstereni de aynı anda karşısına alır. O, zilleti örtmeye çalışan maskeleri düşürür, ihanetin üzerini örten perdelere ışık tutar. Ve bütün bunları yaparken emaneti ve adaleti yeniden ihyâ etme kararlılığından asla geri durmaz. Gazze’deki insanın bu tutumu, bize şunu hatırlatır: Gerçek direniş, yalnızca dışarıdan dayatılan zulme karşı değil; içeriden üretilen teslimiyet ve köleleşmeye karşı da verilir. İşte bu nedenle, onun mücadelesi çağımızda yalnızca bir siyasî direniş değil; aynı zamanda insanlığın onurunu yeniden ayağa kaldıran evrensel bir şehadettir.

İnsanlığın vicdanını temsilen Gazze’deki insan, çağımızın en yalın, en çıplak hakikatini hatırlatır: Zulüm karşısında susmak, insanlığın tükenişidir; direniş ise onun yeniden doğuşudur. Gazze’deki insanın varlığı, fıtratıyla bağını yitiren modern insana yeniden nasıl “insan” kalabileceğini göstermektedir. Onun şahsında, kaybolmaya yüz tutmuş değerlerin dirilişi, unutturulmaya çalışılan kutsalın yeniden hatırlanışının imkânı belirginleşir. Bugün Gazze’de, Kudüs’te ve Batı Şeria’da direnen her bir Filistinli, sadece kendi halkının onurunu değil, bütün insanlığın vicdanını sırtında taşımaktadır. Onlar, insanlığın kutsalla bağını koruyan son nöbetçiler gibidir; dualarıyla, sabırlarıyla, fedakârlıklarıyla bütün dünyaya direnişin nasıl bir ahlakî örneklik olabileceğini gösterirler. Bu yüzden Gazze’deki insan, yalnızca bir coğrafyanın uyanışına değil, bir çağın uyanışına vesile olacak bir semboldür. O, mutlak şerre karşı mutlak direnişin sembolüdür. İlahi emaneti taşımada sadakatin sembolüdür. İnsanlığın yeniden inşasında öncü bir şahsiyetin sembolüdür. Onun direnişi, sadece Filistin için değil, bütün insanlık için verilmiş bir mücadeledir; sadece bir halkın kurtuluşu için değil, insanlığın uyanışı ve tüm zulümlere karşı durması için açılmış bir yoldur.

 

* Bu yazı, Taha Abdurrahman’ın 26 Temmuz 2024 tarihinde gerçekleştirdiği “Mutlak Kötülük ve Sınır Boylarında Fikir Nöbeti” başlıklı konferansının bir bölümünde dile getirdiklerinden ilhamla kaleme alınmıştır.

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.