Erkeğin ve kadının payına düşen isimler
İnsan kendi hayatında ilahi isimleri birer ahlak idesi (en yüksek ideal ve varoluşsal gaye) olarak yaşayıp gerçekleştirmekle yükümlüdür. İnsanın gai sebebi bundan başkası değildir, diğer bütün meşgale ve eylemler bu sebebin tahakkukuna hizmet ederler. İnsan bu yükümlülüğü yerine getirme başarısını gösterdiğinde varoluşsal hakikatinin bilincine varmış, ahlaki varlık olmanın hakkını eda etmiş olur.
İnsan birkaç makbul eylemle bu görevi tam olarak başarabileceğini zanneder. Bu cehaletin türlerinden en kötü olanıdır. Oysa bidayette insan bütün isimleri kendinde, düşüncelerinde, duygularında ve fiillerinde tezahür ettirebileceği iddiasıyla emanetlere talip olmuştur. Bundan anlaşılıyor ki “insan olmak”lık büyük bir iddiadır. Böyle olmakla beraber, bu “tolere edilebilir bir cehalet”tir. Nihayetinde Ahsen-i takvim olarak yaratılan insanın hedefi Eşref-i mahlukat veya irfan ehlinin diliyle İnsan-ı kamil olmak ise bunu eksiksiz olarak başaran yoktur.
Eşref-i mahlikat veya insan-ı kamil mertebesine sadece peygamberler layık olmuşlardır, en yüksek derecesinde de son peygamber Hz. Muhammed (s.a.) bulunmaktadır. Peygamberlerin dışında hiçbir lider, hoca, şeyh, veli, üstad, başkan, imam veya pir bu makama ulaşabilmiş değildir. Şu veya bu şeyhe gavslık, kutupluk izafe edilmesi eski Greklerde kainatı yönettiğine inanılan titanların, tanrıların ya da eski Hind tanrısal varlıkların İslam dinine dahil edilmesidir ki, bu inancın en yüksek mertebedeki kul olan ve “Ben de sizin gibi beşerim” (41/Fussilet, 6) diyen peygamberin tebliğ ettiği sahih din inancıyla ilişkili değildir. Efendimiz’in sünnet ve siretine yakından bakıldığında Hz. Aişe’nin güzel tanımlamasıyla “o yürüyen Kur’an”dır. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.), bizim için takip edilmesi emredilen “güzel bir örnektir (Üsvetühasene 33/21) ” Demek ki sadece o emanetleri hakkıyla üstlendi, insanlığın misyonunu, talip olduğu görevi eksiksiz yerine getirebildi. Peygamberlerin dışındaki insanların cahillikleri ve zalimlikleri ancak Allah’ın mağfiret ve merhametine girmesi oranında tolere edilebilir. Nihayetinde buna karar verecek olan da şanı yüce Allah’tır. Şirk ve kul hakkı bu bağışlama ve toleransın dışındadır..
İnsan yeryüzünde ilahi isimleri hayatında tezahür ettirebilme başarısını gösterebilirse “yeryüzünün halifesi” olur. Sadece kişisel ve ruhsal hayatı değil, ailevi ve sosyal hayatı, yeryüzü üzerinde etkili olduğu her alan Allah’ın rahmet ve bağışlamasının, adaletinin, ihsan ve fazlının tecelligahı-mazharı olur. Başka bir gaye ile değil, insana bu misyonla hilafet verilmiştir. Halife asla onu tayin edenin kendisi değildir, yerine ikame edilemez, onunla özdeşleştirilemez. İster insan ister varlık alemi olsun, Yaratan (Halık) yaratan, yaratılan (mahluk) yaratılandır, aralarında mahiyet birliği söz konusu değildir…
İlahi isimleri kendinde tezahür ettirmekle yükümlü insan, isimlerin asıl sahibinin şanı yüce Allah olduğunu bir an olsun aklından çıkarmamalı, bu temel hakikati unutacak olsa tanrılığa, ilahlığa kalkışmış olur. O bir kuldur, kulluk görevini eksiksiz yerine getirmeye çalıştıkça diğer varlıklara ve yaratıklara karşı yücelir ama Allah karşısında ne kadar aciz, fani ve sınırlı olduğunu anlar. İnsanın tanrılığa kalkışması, Allah’ın asıl sahibi olduğu isimleri temellük etmeye kalkışması, Allah’a ait olan şeyleri kendi nefsinin istek ve tutkularını (heva) tatmin etmek üzere kullanmaya yeltenmesidir. Özetle emaneti:
1) Varlık aleminde bulunan her şeyi, varlığı, ayet ve nesneyi Allah’a refere etmek (tevhid);
2) İnsanın sahip olduğu her yetenek ve melekeyi, güç ve imkanı yerli yerinde kullanmak (adalet) şeklinde ifade etmek mümkün. İnsan üstlendiği emaneti:
- a) Öncelikle şahsında yani kendi nefsinde, kişisel hayatında,
- b) Toplumsal (sosyo politik, maddi, ekonomik) ilişkilerinde,
- c) Varlıkla; tabiattaki cansızlarla ve canlılarla
- d) Rabbiyle ilişkilerinde tesis etmelidir.
İslam bu dinin özünü ve maksadını teşkil eden teslimiyet halidir; Cenab-ı Hak’tan neş’et eden hakikate, hukuka ve hakkaniyete teslimiyet selam (barış) ve selamet (güvenlik ve kurtuluş) getirir. Kur’an, bize Hakkı ve hakikati teslim etmenin ve hayatı Allah’a teslimiyet içinde yaşamanın anlam ve yol haritasını verir.
İnsanın tutum ve davranışları ile varlık aleminin düzeni arasında zorunlu ilişkiler söz konusudur. Efendimiz buna işaret etmek üzere “Emanetler zayi olmadıkça kıyametin kopmayacağını “ buyurmuş, “Emanetler nasıl zayi olur?” sorusu üzerine de “İşler ahli olmayana verilirse” cevabını vermiştir (Tirmizi, Büyu’, 38; Müsned, III, 414). İşlerin ehline verilmemesi, adaletin yerini zulme bırakması, hiçbir şeyine yerli yerinde olmaması demektir ki, bu insanın bozulduğunun göstergelerinden biridir.
İnsan bozulursa kainat da bozulur.
İşte bu çerçevede kadın ve erkek ilahi isimleri paylaştılar. Mesela erkek, Allah’ın “Rahman ve Celal” isimlerine mazhar olmaya, kadın ise “rahmet ve cemal” sıfatlarına talip oldu ya da Allah erkek ve kadın arasında isimleri bir hikmet ve maksat üzeri bu şekilde pay etti. “Kadın ve erkeğin fıtratları, yaratılışları farklıdır” dediğimiz zaman bunu kast ediyoruz. Kadın ile erkek, fıtratları icabı farklı toplumsal rollere göre konumlanmışlardır. Bu konumlandırma sosyal hayatın zaruri vecibelerinden en önemli olanıdır. Gezegende hayatın devam edebilmesi, neslin sağlıklı bir biçimde sürmesi üremeye bağlı olduğundan kadın ile erkek arasında fıtri farklılıklar korunmayı gerektirir. Eşit olmamaları aralarında adaletsizliğin olduğu anlamına gelmez. Eşitlik ve adalet her zaman aynı amaca hizmet etmezler; yerine göre tam eşitlik adaletsizliktir. Bu açıdan bakıldığında erkek ve kadın biri diğerini tamamlayan iki unsur olarak fonksiyon görürler. Bundan dolayı “öteki ben” dediğimiz zaman, “ben”i tamamlayan diğer parçayı (eş) kastetmiş oluyoruz.
Burada önemli bir noktaya gelmiş oluyoruz: Aradaki farklılığın ontolojik menşei, Allah’ın Rahmet ve Cemal isminin kadında, erkeğin ontolojik olarak kadına göre farklılığı, Rahman ve Celal isminin onda tecelli etmesidir. Erkek ve kadın kendilerine bahşedilen isimleri kabul edip ruhlarında tecelli ettirdiklerinde “emanet”i yerine getirmiş olurlar, isimlere “ehil” olduklarını ispatlamış olurlar.


