Açlıkla Cezalandırmak 1
BM’nin de kabul ettiği üzere İsrail, Gazze halkını açlıkla cezalandırıyor, sistemli ve amaçlı kıtlık uygulayarak siyasi ve askeri amaçlarına ulaşmak istiyor. Gazze Şehri’nde kıtlık olduğu Birleşmiş Milletler’in (BM) gıda güvenliğini izleyen kurumu tarafından teyid edildi. Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) Kıdemli İletişim Yöneticisi Jonathan Fowler, Gazze halkının uzun yıllardır devam eden abluka nedeniyle savunmasız bırakıldığını ve ortalama yaşam süresinin düştüğünü belirterek, “Sonuçlar ortada, çocuklar yetersiz beslenme nedeniyle ölüyor.
Kısaca İsrail savaşla birtürlü başaramadığını, bir halkın tamamını hedef alarak başarmak yani Gazzelileri tamamen yok etmek istiyor.
Aylardır, hiç kimsenin Gazze’ye yeterli gıda, içilebilir su, hijyen malzemesi ve ilaç girmesine izin vermiyor; bir yandan mülteci çadırları üzerine, hastanelere bombalar yağdırırken, diğer yandan daracık bir alana sıkıştırdığı milyonlarca insanın aç ve susuz kalarak ölmelerini bekliyor.
Bir insanı veya bir insan topluluğunu açlık ve susuzlukla cezalandırmak, açlığı siyasi ve askeri amaçla kullanmak nasıl bir şey? Bizde güzel bir dua var: Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin. Yine halk arasında yaygın şu söz de öğreticidir:
“Su içerken yılan bile dokunmaz!”
Siyonistler yılandan daha zehirli ve hasım, yüzbinlerce masum ve çaresiz insanın yemek yemesine, su içmesine, yaralı ve hastalarının tedavi görmesine izin vermiyorlar.
Buna Kur’an ifadesiyle “Hayvan altı (belhum adall”) denir. (25/Furkan, 44.) Yılan metaforu ve hayvan altı tanımlaması Gazze’de sürüp giden insanlık trajedisini anlatır:
“Yoksa sen, onların çoğunu (söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidirler; hayır yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar.” (25/Furkan, 44.)
İnsanı “hayvan altı” derekeye düşüren aklını kullanmamasıdır, burada zikri geçen “rasyonalite veya zeka” şeklinde modern zamanlarda ve özellikle Aydınlanma’nın öne çıkardığı “ratio/akıl” değil, ahlaki yeti ve melekedir. Bu insanlık için yol gösterici (murşid) misyonu olan aklın faaliyet merkezi, daha doğrusu ta’limat ve yol haritası “beyin” değil, “kalb”tir: “Onların kalbleri var, onunla fıkhetmezler” (7/A’raf, 179.)
Yüce Allah, her topluma bir peygamber gönderdiği gibi her insanda da ölümüne kadar iç dünyasında ilahi uyarıyı yapacak Musa ve Harun misali iki peygamber var kılmıştır ki, bunlardan biri ana yurdu-yuvası kalb olan “selim akıl”, diğeri “temiz vicdan”dır. Akıl keskin zeka değildir doğru uyarıcı, adaleti arayan ahlaki kriter, ilahi bağıştır; vicdan onun destekçisi, veziridir. Siyonistler akılsız ve vicdansızdır çünkü soykırım yapıyorlar, insanları aç ve susuzuz bırakıyorlar.
Siyonistlerin amellerini “savaş”tan ayırmak lazım, ikisi aynı şeyler değildir. Haklı ve adil olduğu müddetçe savaş meşrudur ve savaşta insanın düşmanını öldürmesi de meşrudur ama sivilleri katletmek, çocuk ve kadınları hedef almak, bir halkı, yüzbinlerce insanı aç ve susuz bırakarak ölüme mahkum etmek meşru değildir.
Devletler ve hükümetler iki senedir Gazze’de süren katliamı seyretmekle yetiniyor ama bütün dünya süren bu katliamdan sonra bambaşka bir durumla karşı karşıya gelmiş bulunuyor. Pek de uzak olmayan bir gelecekte, beşeriyetin hangi büyük, vahim bir tehditle karşı karşıya geldiğini anlaayacak. Daha öncesinde, tarih boyunca insanlar savaşta düşmanlarını öldürmüş, hatta sıcak çatışma sahasında hasım askerleri susuz veya aç da bırakmışlardır ama sivilleri, özellikle çocukları ve kadınları, yaşlıları gıdasız, susuz ve ilaçsız bırakarak cezalandırmak, kıtlık politikasıyla askeri ve siyasi bir amaca ulaşmak ilk defa görülen bir cürümdür.
Ben, 1990’larda Azerbaycan-Ermenistan savaşı sürerken Helsinki Yurttaşlar Derneği adına Murat Belge ile Kafkaslara gittik. Gidiş amacımız Bakü, Tiflis ve Erivan’da çeşitli temaslar yapıp özellikle savaş sırasında kadın ve çocukların, sivillerin savaş sırasında zarar görmemelerini sağlamaktı. Şöyle düşünmüştük: Kadınlar ve çocuklar korunabilirse, savaş illa ki bir şekilde sonuçlanacak, en azından her iki halkın geleceği kesintiye uğramayacak. Biz buna İslami literatürde Zarurat-ı hamse’den “neslin korunması” deriz.
Açlığın ne büyük bir felaket, ne trajik bir musibet olduğunu Erivan’da müşahede etmiştim. Elektriklerin kesik olduğu şehirde gece sabaha doğru kuyruğa giren yaşlı kadınlar, gündüz ancak saat 10-11.00’de kişi başına tek bir ekmek alabiliyorlardı; gördüğüm manzara içimi acıtmıştı. Bu kadınlar, yaşlı insanlar masumdu, açtı, bir ekmek için saatlerce karanlıkta, soğukta kuyrukta bekliyordu.
Tam o sırada Türkiye’nin bir nebze de olsa açlık tehlikesine karşı Ermenistan’a 100 ton buğday göndereceği konuşuluyordu, Ermeniler büyük bir heyecanla Türkiye’den gelecek bu insani yardımı beklerken –birkaç kişi bana “Yakında buğday gelir mi?” diye sormuştu-, Erbakan Hoca zannedersem Erzurum’da yaptığı meydan konuşmasında
“-Azeri kardeşlerimizle savaşan Ermenilere hükümetin buğday göndermesine asla izin vermeyecekleri”ni söylemişti.
Gördüğüm manzara ve Erbakan Hoca’nın yaptığı konuşma üzerinde düşündüm, kendi kendime sordum: Bunun dinimizdeki hükmü nedir? Fakihlerimiz bu konuda ne demişlerdi?
Yaptığım araştırma sonucunda, düşman da olsa sivillerin, özellikle çocuk ve kadınların aç ve susuz bırakılmayacağı sonucuna vardım. İslam dini böyle bir cürüme izin vermiyordu.
Tabii ki benden çok önceleri fakihlerimiz bu hükme varmıştı, özellikler Ebu Hanife bu konuya tatminkâr açıklama getirmişti. Dahi bir hukukçu olan Ebu Hanife’ye göre, savaş sırasında düşman beldesine silah ve silah üretiminde kullanılacak malzeme satılamaz, bu kesin olarak haramdır, bunun ticaretini yapanlar cürüm işlemiş sayılırlar.
Bu demektir ki gıda (erzak) satışı yapılabilir, çünkü bilhassa savaşa dahil olmayan siviller, yaşlılar, çocuklar ve kadınlar bundan büyük zarar görürler, bizim dinimize göre yüce Allah, inkârcıları-kafirleri bile rızıklarını keserek cezalandırmaz. Bu hükmün hem Kur’an’dan, hem Efendimiz (s.a.)’in Sünneti’nden kuvvetli dayanakları vardı. Sonraki yazımda bunu yazacağım, inşaallah.