
1 Ekim Süreci Hakkında Durum Değerlendirmesi
Bu benzersizlik hali, sürecin üzerinde iki önemli stres yaratıyor: ilki, önceki 13 başarısız deneme nedeniyle taraflar arasında ve kamuoyunda derin bir güvensizlik mevcut. Güvensizlik hissi yavaş yavaş azalıyor olsa da henüz yeterli güven ortamına ulaşılm
MEHMET EMİN EKMEN - Perspektif
1 Ekim 2024’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış töreninde, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin DEM Partisi sıralarına giderek tokalaşmasıyla başlayan sürecin birinci yıldönümüne yaklaşmış durumdayız. 11. ayında Süreç, üç ana başlık altında değerlendirilebilir. Sürecin karakteristik özellikleri; bugüne kadar kaydedilen gelişmeler ve olası gelişmelerdir.
Sürecin Karakteristiği
Sürecin en belirgin özelliği, benzersiz ve atipik bir yapıya sahip olmasıdır. Birçok kaynaktan elde edilen bilgilere göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1993’ten bu yana en az 13 kez görüşmeler yoluyla örgütü silahsızlandırmayı denedi ancak tüm girişimler başarısızlıkla sonuçlandı.
Bu süreç, yaşanılan 13 girişimden hiçbirine benzememektedir. Gazetecilerin, Barzani veya Talabanilerin aracı olduğu, Kandil’e mektupların gönderildiği ya da Oslo örneğinde olduğu gibi üçüncü taraf arabuluculuğunun söz konusu olmadığı bir girişim. Süreç, en çok bilinen Oslo girişiminden üçüncü taraf arabuluculuğunun yokluğuyla ayrışırken bir önceki çözüm sürecinden de müzakere başlıklarının sıralaması ve iletişim modeli ile farklılaşıyor. Belirtmek gerekir ki; içeride üçüncü taraf arabuluculuğu söz konusu değilken, sürecin tartışmasız bir parçası olan Suriye’de birçok aktörün varlığı tartışmasızdır.
İsmi konulmamış atipik karakter, dünya örnekleriyle benzerlik göstermediği gibi İrlanda, Moro-Filipinler, Endonezya, İspanya, Kolombiya gibi ülkemizde en çok bilinen ve hakkında sayısız yazı okuduğumuz modellerden de keskin olarak ayrışmaktadır.
Modelin Yarattığı Stres
Bu benzersizlik hali, sürecin üzerinde iki önemli stres yaratıyor: ilki, önceki 13 başarısız deneme nedeniyle taraflar arasında ve kamuoyunda derin bir güvensizlik mevcut. Güvensizlik hissi yavaş yavaş azalıyor olsa da henüz yeterli güven ortamına ulaşılmış değildir.
İkinci stres odağı ise, taraflarda özellikle Kürt kamuoyunda var olan dünya örneklerine dair geniş bilgi birikiminin yarattığı strestir. Türkiye’nin bir parçası olduğu Moro veya Güney Afrika İRA-İrlanda süreçleri hakkında genel kültürümüz oldukça gelişkin. Bu donanım, mükemmeliyetçi bir arayış ve beklenti yaratıyor; “Şu ülkede kadınların katılımı böyle sağlanmış, başka bir yerde hakikat ve adalet komisyonu şöyle çalışmış, bir diğerinde silahsızlandırma süreci şu şekilde gelişmiş” gibi pek çok bilgi, mezkûr modelin içinde yer bulamadığı için bu farkındalık sürece dair memnuniyetsizliğe dönüşmekte.
Çatışma çözümü akademisi ve tecrübesinde mükemmel model olmadığı gibi, kendini tekrarlayan bir model de yoktur. Başarılı ya da başarısız her deneyim taraflara ve izleyicilere mutlaka bir şey öğretir. Aslında atipikliğine rağmen, bu süreç de birçok tecrübeden ve akademiden örnekliği bünyesinde taşır. Özellikle sivil toplumun rolünün fesih ve silahsızlanma sonrası artacağı öngörülebilir. Fesih ve silahların tasfiyesini öne almış olmakla işi zorlaştırmış olsa da belki de dünya deneyimlerinde tartışılacak bir model yaşanıyordur. Mükemmeliyetçilikten beslenen memnuniyetsizlere(!) de örgüt ve devlet yetkililerinin bütün modelleri çok iyi inceleyip tartıştığına dair emarelerin kuvvetli olarak göründüğünü ifade etmek gerekir.
Barış İhtimalini Büyütmek
Önceki çözüm sürecinde Akil İnsanlar Heyeti’nde görev almıştım. Ardından doktora tezimi bu alan üzerine yazdım ve bu kapsamda süreçlerde örgütleri, devletleri temsil eden ya da arabuluculuk yapmış yaklaşık 20 kişiyle mülakatlar gerçekleştirdim. O dönem birçok kez şöyle düşündüm: “Türkiye’de yeni bir süreç başlarsa; ajandası, mimarisi, zaman yönetimi ve hedefleri net olmayan bir sürece asla girilmemeli.” Ancak 1 Ekim akşamı ekranlarda Devlet Bahçeli’nin DEM sıralarına yönelip elini sıkmasının hikmetlerini tartışırken buldum kendimi. Anlaşılan, şairden mülhem “barışın ihtimalini bile sevenlerdenmişiz”. Bir umut… Genel Başkanımız Sayın Ali Babacan da “%5 bile başarılı olma şansı varsa destekleriz” diyerek bu umuda işaret etmişti. “Bir umutla desteklemek” metaforu duygusal bir yaklaşım gibi gözükse de aslında bu yaklaşım, süreçlerin kendi kendini zehirleyerek yok edebileceği gibi, kendini geliştirerek başarıya ulaştırabileceği potansiyeline işaret ediyor. Toplum ve aktörler negatif yaklaşırsa en başarılı kurgu bile başarısız olur. Toplum ve aktörler pozitif yaklaşırsa birçok önemli sorun süreç içerisinde sorun olmaktan çıkar.
Toplumun farklı kesimlerine sirayet eden güvensizlik ortamına, dünya örneklerinden ayrışan özgün yapısına ve mükemmeliyetçi beklentilere rağmen, mevcut süreç desteklenmeye değer.
Biz de öncelikle, “Bu iş -çatışma çözümü imkanlarından faydalanmak- doğrudur, bir kez daha denenmelidir” dedik; ardından da sürece yapıcı yaklaşılması gerektiğini vurguladık. Sonuçta masada yer alan taraflardan değiliz, dışarıdayız. Genel Başkanımız ve diğer partiler bu süreçte yapıcı bir duruş sergileyerek kamuoyu desteğinin şekillenmesinde olumlu bir rol oynadılar. Meclis’in neredeyse %90’ı süreci açıkça destekliyor ki bu da çok önemli bir göstergedir.
Başarmak Mümkün
Bu kez öncekilere kıyasla başarı daha yakın gözüküyor. Bölgesel denklem gibi iç siyaset de önemli ölçüde elverişli bir zemin sunuyor. İsrail’in güvenliğinin tahkimi, İran’ın etkinliğinin azaltılması ve kalkınma yolunun güvenliğinin sağlanması hedefi bölgedeki tüm silahlı örgütlerin -PKK, Haşdi Şabi, DEAŞ ve diğerleri- silahsızlandırılmasını zorunlu kılıyor. Bu da bölgesel ve uluslararası dengelerin uygunluğuna işaret ediyor. Suriye’deki gelişmelerde de bu uygunluğun izleri görülüyor. Ortadoğu’nun durulması sonrası, Çin ile büyük karşılaşmaya hazırlık yapıldığı da söylenebilir.
Bahçeli ve Muhalefet
İç siyasette Bahçeli’nin rolünün, CHP’nin desteğinin, muhalefetin bir bütün olarak tutumunun değeri ortada. Daha önce etraflıca incelediğimiz Bahçeli’nin tutumunun ağırlığı (Bahçeli’nin Tutumu İkinci Yüzyılın Anahtarı Olabilir mi?) süreç içerisinde azalmadı arttı. Sn. Bahçeli açıklamaları ile AK Parti’nin önünü açtığı düşünülürken; Devlet Bey, sürecin yönetiminde aktif rol aldı. Hasta yatağındayken bile süreci hızlandıran çağrılar yaptı; “İmralı’ya neden gidilmiyor, neden gecikiyorlar?” ya da “Gelsinler, Malazgirt’te kongre yapsınlar” gibi açıklamalarla süreci adeta yönetti. Umut hakkı, komisyon kurulmasını yönündeki çağrı, komisyon üyesi Sayın Feti Yıldız’ın infazda eşitlik çağrısındaki ısrarı gibi, komisyonun İmralı’ya gidebileceği yönündeki beyanatı ile de kritik meselelerin konuşulmasında hep ön aldılar. Metaforik bir ifadeyle ellerinde baltayla putları kıra kıra ilerliyorlar. Devlet Bahçeli; milliyetçi bir lider olmanın ötesinde, yargı ve güvenlik bürokrasisinin yakından takip ettiği, görüşlerinden etkilendiği önemli bir aktör. Varlığı bu yönüyle de sürece ciddi bir katkı sunuyor. Devlet içinde ayrıcalıklı veya rutin dışı hareket eden yapılar kalmadı. İktidarda bir koalisyon mevcut ve bu koalisyonun siyaset kadar devlet içi dengelerdeki güçlü temsiliyeti ile Bahçeli’nin söyledikleri büyük önem taşıyor.
İç siyasette ikinci pozitif durum ise; içinde bulunduğu yargı kaynaklı baskılar ve maruz kaldığı soruşturma yağmuruna rağmen Genel Başkan Özgür Özel’in sürece destek olmadaki ısrarı. Parti içindeki geleneksel ulusalcı kodlara, Kurultay süreciyle ilgili yargı süreçlerine ve tek pedallı bir bisikleti Ekrem İmamoğlu ile birlikte çevirmeye çalışmasının zorluklarına rağmen Özel’in süreci desteklemesi büyük önem taşıyor. Parti tabanı ve sosyal medya figürlerinin her vesileyle masadan kalk baskısına en son İstanbul’da kayyım heyeti atanmasından sonra bile direnen Özgür Özel şüphesiz çok önemli bir tutum sergilemekte. Bu da sürecin kayda değer olumlu yanlarından.
Bir başka benzetmeyle ifade etmek gerekirse; milliyetçi muhafazakâr toplumu ve bürokratik kodları temsil eden Devlet Bahçeli, kuruluş kodlarını temsil eden CHP’nin sürecin içinde yer alması, sürecin en güçlü yanlarından biri olarak öne çıkıyor.
DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, Gelecek Partisi Genel başkanı Ahmet Davutoğlu çatışma çözümü müktesebatları, önceki süreçlerden gelen deneyimleri ve Uluslararası arabuluculuk tecrübeleri ile sürece açık bir destek verip kritik tavsiyelerde bulunurken, Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan da süreç hakkında toplumsal desteği arttıran açıklamalarda bulundular. Yeni Yol Grubu komisyonda temsil ettiği üç milletvekili ile sürecin doğası, ekseni ve perde arkası partiler arası diplomasisi ile sürece kritik değerde katkı sağlıyor.
Komisyon’a üye vermemesi eleştiriliyor olsa da İYİ Parti’nin sürece açık ve net karşılığı da süreç açısından sağlıklı bir tabloya işaret ediyor. Sürece destek verenler kadar da açıkça karşı çıkanlar, kaygı veya eleştirilerini ifade edenler de kamusal alanlarda kendilerini ifade edemedikleri takdirde süreç aleyhine biriken enerjinin nerede nasıl enfeksiyon yaratacağı öngörülemez. Destek gibi karşıtlığın da meşruiyet zemininde hayat bulması çok kıymetli.
Liderler İçin Son Fırsat
Bir diğer önemli avantaj ise; sürecin üç lider için de son bir fırsat olması durumudur. Erdoğan ve Bahçeli ve Öcalan tarihe not düşmek istiyorlarsa bu süreci başarıyla tamamlamak zorundalar. Başarısızlık halinde sağlıklarının bir sonraki süreci yürütmeye imkân verip vermeyeceği bilinmez. Başarısız her sürecin en az on yıl süren büyük bir şiddet parantezini getirdiği göz önüne alındığında bu kez sürecin başarıyla tamamlanması herkes için bir zorunluluk.
Belki de bu kez başarılı olma zorunluğu nedeniyledir ki; İmralı zaman zaman minimalist bir noktaya geri çekilmekte ve bu durum birçok kişi veya kurumu açığa düşürebilmektedir. Aynı şekilde Bahçeli’nin hamleleri, rahmetli Sırrı Süreyya’nın ifadesiyle yer yer çıtayı adeta göğe çakmaktadır. Bu iki şaşırtıcı esneklik, belirsizlik yaratmakta, öngörüde bulunmayı zorlaştırmaktadır. Bu minimalist ve maksimalist tutumlar, süreci izleyenler için şaşırtıcı olmakla birlikte, liderlerin ahir ömürlerinde bu işi gerçekten tamamlama yönündeki arzularını da yansıtıyor olabilir. Belki de bu iki uç tutum sürecin güçlü yönlerinden biri olarak kayda geçecektir.
Son olarak Öcalan’ın 27 Şubat bildirisi ile örgütün fesih kongresine gönderdiği politik metnin, devlete ve diğer aktörlere ödev ve yükümlülük yüklemeden silahlı mücadeleden demokratik mücadeleye geçişi tamamen kendi ideolojileri felsefeleri siyasetleri açısından gerekçelendirmesi, tek taraflı kuvvetli bir iradeyi ortaya koyuyorken, devletin ve Cumhur İttifakı’nın özenle vurguladığı pazarlık olmadığı iletişim modelini de güçlendiriyor.
Herkesin Tutumu Kayıtlara Geçiyor
Bahçeli’nin 100 üyeli, “Yeni Yüzyılın Terörsüz Türkiye Stratejisi; Millî Birlik ve Dayanışma Komisyonu” isimli, salt çoğunlukla karar alacak önerisi ile başlayan çağrı bir noktaya evrildi (Bu konuda yazmış olduğum kapsamlı değerlendirmeyi okumak için: Bahçeli’nin Komisyon Önerisi Üzerine Bir Değerlendirme). Komisyon 51 kişiden oluştu ve muhalefetin önerisiyle adı “demokrasi”, “hukuk” veya “adalet” kavramlarından birini içerecek şekilde değiştirildi.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kurulmuş olan Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu hakkındaki detaylı bir analizi şu linkten inceleyebilirsiniz. (TBMM Komisyonu: Beklentiler, İhtiyaçlar ve Gerçekçilik) Komisyon, oldukça değerli bir deneyime dönüşmektedir. Meclis Başkanı Sayın Numan Kurtulmuş’un, Komisyon’un kuruluşu için iki ay boyunca sarf ettiği çabayı ve komisyon çalışmalarındaki esnekliğini bir hakkın teslimi olarak not etmek gerekir.
Kararların nitelikli çoğunlukla alınması planlanmış olsa da bugüne kadar kapalı oturumlar dahi tüm kararlar oy birliğiyle alınmıştır.
Komisyon’daki Dinlemeler de Çok Kıymetli
Komisyon üyelerinin ileride oluşturacağı metinlere ciddi bir veri sağlayan, toplumun sürece desteğini artıracak bu dinlemelerde; söz kesilmiyor, öncesi veya sonrasında da üyelerden herhangi bir eleştiri gelmiyor, kimseye soru sorulmuyor, Söylenenler kayda geçiyor. Dinleyici ve anlatıcılar açısından ilginç karşılaşmalara da sahne oluyor komisyon. Mesela 51 üyenin en az 45’i Barış Anneleri’ni ilk defa dinlemiş olabilir. Annelerin oldukça politik konuşması, kayda geçirildi ve oturum tamamlandı. Kürtçe çeviri talebi ise bir krize dönüştürülmedi. Benzer bir durum, beş şehit derneğinden biri için de yaşandı; açıkça sürece karşı olduklarını dile getirdiler ve bu da kayıtlara geçti. Komisyon Tutanakları da kamuoyuyla paylaşılıyor.
Komisyonda dinlenen Meclis Başkanlarının konuşmaları oldukça çarpıcıydı. Bülent Arınç, Ömer İzgi ve Hikmet Çetin’in doğrudan öneri getiren; Cemil Çiçek, Mehmet Ali Şahin ve Mustafa Şentop’un usul ve esasa dair tavsiyeleri son derece değerliydi. Ömer İzgi’nin Anayasaya dair beş başlık altında açtığı tartışma sıra dışıydı. Süreç boyunca Barış süreçlerinin toplumsallaşması bağlamında başka mekanizmalar kurulmayabilir. Bu nedenle, sabırla Komisyon’un dinlemelerini takip etmek gerekiyor. İHD, Mazlum-Der, İHH, Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri, Diyarbakır Anneleri gibi akademisyenler de dinlenecek.
Meclis başkanlarını dinledikten sonra, yaşayan Başbakanlar, Genelkurmay Başkanları, MİT müsteşarları, İçişleri Bakanlarının da Komisyon’da konuşabilmesinin önemli bir kazanım olacağı kanaati hâkim oldu. Katılımcıların olumsuz konuşmadan; kaygı ve eleştirilerini son derece dikkatli bir dille ifade ettikleri görülüyor.
Görünen o ki Komisyon, Ekim ayı başına kadar dinlemelerini sürdürüp ardından mevzuat tartışmalarına geçecektir.
Komisyon’da Anayasa Kırmızı Çizgisi
Komisyon ile ilgili en belirgin kırmızı çizgi, Anayasa tartışmalarına girilmemesi yönündeki karar oldu. CHP’nin içinde bulunduğu siyasi atmosfer ve üzerindeki baskılar nedeniyle CHP’nin talebiyle alınan bu karar “Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesini sağlayacak bir senaryonun parçası olma” kaygısıydı. CHP, yeni Anayasa konusunun komisyon gündeminde yer almamasını istedi ve bu talep kabul gördü.
Bu karar yeni bir Anayasa için alınsa da anadilde eğitimle ilgili 42’nci ve vatandaşlıkla ilgili 66’ncı maddenin de konuşulmayacağı şeklinde bir ağırlık oluştu. Anayasa maddelerinin hiçbirinin konuşulmadığı bir süreçten kesin, kalıcı bir sonuç çıkarmak oldukça zor görünüyor. Sürecin pazarlık ya da al-ver görüntüsünden kaçınılması, ittifak tarafında hâkim olan; fesih ve eve dönüş süreci tamamlansın, ardından demokratikleşme gündemine geçilir yaklaşımı ile CHP’nin tercihleri örtüşmüş oldu. Bunu anlamak mümkün. Ancak şu soruyu da sormadan geçemeyiz: Anayasa tartışmasını tamamen dışında bırakan bir süreç, “demokratikleşme” başlığı altında ne kadar kapsayıcı olabilir?
Muhalefetin talebi belli: Herkes için hukuk, herkes için adalet, herkes için özgürlük. Nitekim İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturma usulleri, bugüne kadar yapılan her toplantıda eleştiri olarak kayda geçti. Yapılacak düzenlemelerin kapsayıcılığı, KHK’lıların durumu, FETÖ yargılamalarındaki AİHM ve AYM tespitleri, adli suçlara ilişkin infaz yasasındaki düzenlemelere dair beklentiler ve birçok konu muhalefet milletvekilleri tarafından gündemde tutulan başlıklar oldu. İktidar, bu eleştirileri ve talepleri gündemin dışında olmakla eleştiriyor olsa da gözden kaçırılan husus; atılacak her bir adımın sürece olan güveni artıracağı ve eve dönüş yasası gibi netameli konularda atılacak adımlara ilişkin toplumsal desteği yükselteceğidir.
Sürece toplumsal destek belli bir örgüt ya da kesime odaklanmaktan çıkılması ve gerçek anlamda bir demokratik dönüşümün izlerinin taşınması ile artar.
100 Yıllık Sorunların Çözümü Mümkün mü?
100 yıllık sorunların bu Komisyon’da çözüleceğini beklemek gerçekçi değil, Komisyon’un görev süresi de buna imkân vermeyecektir. Ancak toplumsal gündemin komisyon tartışmalarına taşınması sürüce olan güveni arttıran bir etki yaratacaktır.
Komisyon’un kuruluş gerekçesi temelde iki noktaya dayanıyor. Birincisi, İmralı’nın süreci toplumsallaştırmak ve siyasallaştırmak amacıyla önerdiği bir mekanizma olması, ki 2013 yılında da benzer bir adım atılmış, Meclis’te çözüm komisyonu kurulmuş, akil insanlar süreci devreye girmiş ve özel yasa çıkarılmıştı. Şu an komisyon, anılan üç fonksiyonu da görmektedir. İkinci gerekçe ise iktidarın muhalefeti sürece dahil ederek, “Eve Dönüş Yasası”nın siyasal riskini paylaşmak istemesi. Eve dönüş yasasında ise, Usul olarak kapsamlı bir yasa teklifi metninden ziyade bir “çerçeve metin” tavsiyesi öne çıkıyor.
Eve Dönüş Yasası için Kritik Sorular
Eve Dönüş Yasası’nın iki temel ayağı olacaktır. Birincisi; örgütün feshi ve silahsızlanma sonrası dağda, cezaevinde ve yurtdışında bulunanların geri dönüşünü sağlamak. Türk Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu ve İnfaz Kanunu, örgüt mensupları için geri dönüşe dair herhangi bir yol önermiyor bir hukuki statü sunmuyor. Bu konuda ayrı ve temel bir yasanın gerekliliği açıktır. Ancak yasanın genelliği ve kapsayıcılığı ilkesi önemli olacaktır.
İkinci aşama ise şu soruyu içeriyor: Dönenler, eğitimden ekonomiye, sosyal yaşamdan siyasal katılıma kadar nasıl bir entegrasyon sürecine tabi tutulacak? İktidar bu kısmı yasal pakete dahil etmeye cesaret eder mi, şu anda bilmiyoruz. “Döndünüz, mesele kapanmıştır” gibi yüzeysel bir yaklaşımla bu detaylar geçiştirilebilir de. Bu nedenle sürecin bu yönünü dikkatle takip etmek gerekiyor.
Esas Beklenti: Demokratikleşme
Eve Dönüş Yasası’nın ardından herkesin aklındaki esas soruya geliyoruz: Geniş anlamda Türkiye’nin demokratikleşmesi, dar anlamda ise Kürt meselesine dair temel sorunların çözümüne dair bir irade var mı? Eve dönüş aşaması başarıyla tamamlanırsa, önümüzde üç temel tartışma başlığı olacaktır; ana dilde eğitim, anayasal vatandaşlık, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi.
Vatandaşlık, Ana Dil ve Yerel Yönetimler
Kürt meselesinin çözümü bağlamında Anayasal taleplerde üç kritik başlık öne çıkıyor: Madde 66 vatandaşlık tanımı, Madde 42 ana dilde eğitim yasağı ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi. Görünen o ki Cumhur İttifakı bu üç konuda adım atma konusunda hazırlıklı. Ancak bu adımların “Eve Dönüş” sürecinin parçası değil, sonrasında atılmasını istiyorlar.
Bahçeli’nin konuşmalarında ve yazılarında, çatışma çözümüne ve devletin yeniden yapılanmasına dair oldukça ileri düzeyde fikirler yer alıyor. Bahçeli’nin bu noktaya nasıl geldiği konusunda elimizde somut veriler yok, bu konu hâlâ yorum ve spekülasyonlara açık. Ancak açık olan şu: Bahçeli ve MHP’li aktörler “Madem bu yola girdik, gereğini yapalım” çizgisindeler. Umut hakkı mı? Tamam. Eve dönüş mü? Tamam. Adaya ziyaret mi? Olabilir. Anayasa değişikliği mi? O da tamam. İlk üç maddeye dair tartışmalardan kaçınsalar da Bahçeli’nin konuşmalarında vatandaşlık tanımı, ana dil, yerel yönetimler ve yargı sistemi gibi konulara atıflar görülebiliyor. Buna karşılık, AK Parti cephesinde daha temkinli ve çekingen bir tutum söz konusu. Mehmet Uçum’un 1 Eylül’de Habertürk’te yayınlanan röportajda ifade ettiği Anayasa’nın 66. maddesindeki vatandaşlık tanımı, 42. maddesindeki ana dilde eğitim yasağı ve güçlü bir yerel yönetim modeli’ne dair ifadeler iktidar çevrelerinden gelen en güçlü mesajlar olarak kabul edilebilir.
AK Parti’nin Temkinliliği
2004 yılında çıkarılan “Topluma Kazandırma Yasası” sürecinde, Öcalan’ın avukatları -Mehdi Öztüzün de dahil olmak üzere- Dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’le görüştüğünde Çiçek, “Yasaya katılım olursa sonuna kadar esnek davranırız” demişti. Bu da bugünkü sürecin ilk ciddi denemesi olarak karşımıza çıkıyor. Ardından 2009’da Oslo Süreci, 2011’de Demokratik Açılım, 2013’te Çözüm Süreci ve nihayet bugünkü aşamaya gelindi. Ancak dikkat çeken bir şey var: Kimse “Biz nerede yanlış yaptık?” sorusunu sormuyor. Özellikle Erdoğan’ın bu beş ayrı denemedeki başarısızlıkta kendine pay biçmediği gibi, karşı tarafa ciddi fatura çıkarma, kırgınlık, öfke ve güvensizliğin ciddi emareleri var. Bu yüzden de Erdoğan cenahında süreç, oldukça kontrollü bir biçimde ilerliyor.
Lütuf Düzeni
DEM Partisi tabanı, örgüt çevreleri ve de Kürt seçmende çok sık karşımıza çıkan bir soru var: “Hiçbir pazarlık ve teminat alınmadan yapılacak fesih ve silahsızlanma sonrası demokratikleşme olacağının teminatı nedir?” Açıkça ifade etmek gerekir ki, silahın, şiddetin ve terörün sona ermesi, gençlerin hayatta kalıyor olması en büyük kazanım olacaktır. İktidar bir adım atmazsa dahi meşru talepler siyasi ve demokratik zeminde her zaman ifade edilebilecektir. Demokratik çevrelerin bu mücadeleye dair tecrübesi gibi özgüveni de ortadadır.
Sürecin iletişimi açısından “lütuf düzeni” metaforunu bir kere daha ifade etmek isterim. Türkiye, uzun süredir hukuk devleti olmaktan uzaklaşarak “lütuf düzenine” geçmiş durumda. Hukuk devletinde bir bardak suyu, “Bu benim hakkım” diyerek talep edersiniz. Mevcut durumda bu talebiniz reddedileceği gibi hakkını istemenin bedelini de ödemek durumundasınız. Oysa lütuf düzeninde aynı talep, “yöneticilerin vicdanına, onların hakkaniyet duygusuna, engin tecrübelerine,” hitaben yapılırsa, beklemediğiniz derecede mükellef bir sofra ile donatılabilirsiniz. Bugünkü sürecin iletişimi de böyle kurgulanmış durumda; “Siz hiçbir şey talep etmeyin, eve dönüşü tamamlayın; sonrası bize ait.” Peki, bu yaklaşımda aldatılma ihtimali var mı? Evet, var. Hiçbir iyileştirme gerçekleşmese dahi, silahlı mücadelenin sonlanmasının en büyük kazanım ve gereklilik olduğu açıktır.
İnsanı Yaşatmak
Sürece endişeyle yaklaşan örgüt hinterlandındaki Herkes kendine şu soruyu sormalı: Musa Anter yaşıyor olsaydı, davasına daha mı fazla hizmet ederdi? Yoksa ölüsüyle mi daha faydalı oldu? Ya da gençlerin ölüsü mü daha faydalı, dirisi mi? Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’in verdiği bilgi ile “2013 Çözüm Süreci bozulduktan sonra 900 şehit, 9.000 can kaybı var.” Bu 9.000 insan hayatta olsaydı, bu ülkeye ve inandıkları mücadeleye daha mı az katkı sunardı? SMA hastası bir çocuk için 100 binlerce insan bir kampanyanın parçası oluyor, hasta hükümlü ve tutuklular için toplum ayağa kalkıyor. Bir kadın cinayeti veya madde bağımlısı bir gencin yaşamını kaybetmesi toplumun vicdanını kanatıyor. Bir insanı yaşatmak için bu kadar mücadele veren kamusal vicdanın binlerce insanın ölümüne kolayca onay vermesi mümkün mü? Türkiye’deki siyasi ve demokratik zemin, her zaman fırsatlar barındırıyor. Bu zeminde mücadele ederek sonuç alınabileceğine inanmak gerekiyor. Cumhur İttifakı hiçbir beklentiyi karşılamasa bile süreç, silahlı mücadeleden demokratik mücadeleye geçiş açısından son derece kıymetlidir.
İmralı’nın Vaadi
Sürecin ilk günlerinde İmralı ziyareti sonrası Ömer Öcalan’ın kamuoyuna açıkladığı cümleyi aşan bir gelişme yaşanmadı ve yaşanması da pek mümkün görünmüyor. O açıklamada verilen mesaj oldukça netti: “Bana imkân ve fırsat tanınırsa, bu sorunu silah ve şiddet zemininden çıkarıp, demokrasi, hukuk ve siyaset zeminine taşıyabilirim. Buna muktedirim.”
Söz konusu ifadede bir Anayasa paketi ya da yasal düzenlemeden ziyade, yöntem değişikliği vurgulanıyordu. Sürecin de şu anda tam olarak bu metodolojik değişim üzerinden ilerlediği görülüyor. Neticede demokratikleşme ve reform gündemi silahsızlanma sonrası çok daha kuvvetli olarak kendini siyasi gündeme aktörlere dayatacaktır.
Erdoğan’ın Beş Ayaklı Reform Paketi
Bu bağlamda Bahçeli gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da bazı vurguları kıymetlidir. Erdoğan AK Parti’nin Büyük Kongresi’nde “beş ayaklı reform paketi”nden söz etti:
- Ekonomik dönüşüm
- Yeşil ve dijital dönüşüm
- Sosyal haklar
- Temel haklar
- İdari ve siyasi düzenlemeler
Bu başlıklar içinde özellikle sosyal haklar, temel haklar ile idari ve siyasi düzenlemelerin doğrudan Kürt meselesiyle bağlantılı duruyor. Ayrıca, Efkan Âlâ başkanlığında bir heyetin yaklaşık bir buçuk yıldır bu alanda çalıştığını biliyoruz. Ciddi hazırlıklar yapılmış durumda; artık bu hazırlıkların kamuoyu ile paylaşılması gerekiyor.
Erdoğan’ın süreç boyunca yaptığı en kapsamlı konuşma, kuşkusuz Kızılcahamam’daki konuşmasıydı. Orada devletin son 50 yılına dair önemli bir yüzleşme içeriği vardı. Beyaz Toroslar’dan köy yakmalara, dil yasaklarından faili meçhullere kadar pek çok karanlık başlığa değinildi. Örgütün silah bırakmasını nihai bir çözüm olarak değil, sadece bir başlangıç olarak gördüğünü; asıl hedefin “kalıcı barış” olduğu ifadesi ile vurgulandı.
Diğer yandan sürecin AK Parti içindeki hukuk devletinin temel gereklerinin farkında olan, demokratikleşme yanlısı kesimlerin de elini güçlendirdiği ifade edilebilir.
Suriye’de Çözüm İçin Vilayet Bazlı Âdem-i Merkeziyet
Son olarak ayrı bir yazı ve değerlendirme konusu olmayı hak ediyor olsa da Suriye hakkında birkaç tespitte bulunmak gerekir.
Kamuoylarına yönelik yapılan retorik dozu yüksek konuşmalardaki gerilimden bağımsız Suriye meselesinde çözümün, vilayet bazlı âdem-i merkeziyetçi yapılar üzerinden varılacak anlaşmalarla sağlanacağı öngörülebilir. Ankara’nın YPG‘den iki net talebi var. Birincisi İsrail ile ilişkilerde dikkatli olmak, ikincisi mevcut askeri varlığını tümen veya ordu gibi müstakil bir yapıdan ziyade daha geniş bir katılımla entegre etmek. YPG‘nin Süveyda ve Lazkiye olaylarını gerekçe göstererek süreci ağırdan almasına dair tablonun giderek dönüşeceği, elde edilecek âdem-i merkeziyetçi bir yönetim formülü karşılığında hemen olmasa da belli bir takvim içerisinde askeri güçlerin iç güvenlik kurumları ve Şam Ordusu’na bir sorun yaşanmadan entegre edileceği makul bir yol olarak öngörülebilir.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.