Yeni dünya, yeni Türkiye

Ali Bayramoğlu

Siyasette, siyasi algı ve bakışta hemen her zaman içe kapalı, sadece kendimizle meşgul bir ülke olduk. Buna karşın iç siyaset dalgalarından siyasi iktidar hallerine, siyaset-devlet ilişkilerinden toplum-siyaset ilişkilerine değin, ülkemizin siyaseti global dalgalarla, dünyanın siyasi iklimiyle yakından ilişkili oldu. Avrupa’daki, Amerika’daki dip akıntıların Türkiye’yi de kuşatmadığı bir dönem yoktur.

AK Parti’nin iki evresini düşünün. İlki, 2000’lerin ilk on yılına, Batı’da, Bush’un varlığına ve politikalarına rağmen, çok-kültürlülük vurgusunun, liberal demokratik ilkelerin önde durduğu bir evreye tekabül ediyordu. Ve Türkiye izlediği politikalarla model ülke ilan ediliyordu.

İkinci evre ise, sistemlerde, toplumlarda, rejimlerde tek kültürlülük arayışlarının, milli egemenlik ve milli devlet vurgularının, yabancı sevmezliğin, aşırı sağın, velhasıl her seviyede otoriter önerilerin öne çıktığı yıllar oldu. Türkiye, Erdoğan’la yeni otoriterliğin, popülizmin taşıyıcılarından birisi haline dönüştü.

Bu sadece bir tercih değil, bir durumdu. Arap baharının çeşitli evreleri (Türkiye için model ülkeden Batı değerleriyle çatışan ülke imajına geçiş), Suriye iç savaşının girdileri (Kürt sorununun sınır ötesi bir hal alması, bunun askeri bakışı beslemesi, göçmen meselesi ve bekçiliği farklı ve güvenlikçi bir Türkiye-Batı yakınlaşması) iki dönem arasındaki geçişle ilgili pek çok ipucu barındırır. Dengenin bu istikamette kurulması Türkiye endişe ve politikaları kadar uluslararası konjonktürün ve dengelerin de bir sonucudur.

Hala aynı yerdeyiz. Özellikle Avrupa’da yapılan her seçim toplum-siyaset ilişkilerinde yaşanan tedrici demokratik gerileyişe işaret ediyor. Bu eğilim yıllardır yaşanıyor, ancak her seçimde biraz daha derinleşiyor.

Adını nasıl koyarsak koyalım, ister otoriterliğin dirilişi, ister milli devletin yeniden doğuşu diyelim, gerekçe olarak kültür savaşlarına olmadı globalleşmenin sonuçları işaret edelim, şu değişmiyor: Başta liberal-özgürlükçü değerlerin doğduğu ülkeler olmak üzere, global satıhta büyük bir liberal değer ve demokrasi krizi yaşanıyor. Toplumların tepkileri ötekine yöneliyor, kültürel dışlayıcı bir milliyetçilik yükselirken, tırpan liberal değerlere yöneliyor.

Sadece Batı değil sorunlu olan. Dünyanın diğer yakalarında da benzer sonuçlara yol açan bir gelişme yaşanıyor, uzunca bir süredir. Güneydoğu Asya’da Singapur’dan Malezya’ya, Güney Kore’den, Tayland ve Tayvan’a birçok ülke sandık düzenine geçti. Ancak sandık kurulan bu ülkelerde ve pek çok diğer ülkede, hukuk devleti, azınlık hakları, basın özgürlüğü yerlerde sürünmeye devam etti. Bu ülkeler sandık demokrasilerine, seçimli otoriterlik düzenine dönüştüler.

Demokrasiye ilişkin kabuk değişimi demokrasinin özünü, ruhu yaralayıp, onu demokrasi olmaktan çıkarmaya başladı.

Demokrasileri demokrasi kılan iki temel meşruiyet vardır.

İlki toplumsal meşruiyettir. Kökeninde toplumun iradesi yatar, özgür seçimler ise bunun mekanizmasıdır. İkinci meşruiyet evrensel değer meşruiyetidir. İnsanoğlunun büyük mücadelelerle, emek ve bedellerle asırlar boyu kazandığı haklar, özgürlükler, onları koruyan hukuk fikri ve düzeni, bu meşruiyetin temelini oluşturur. Toplumsal meşruiyetin, çoğunlukçu ve dayatmacı değil, çoğulcu olmasını sağlayan bu meşruiyettir, ona can veren değer ve ilkelerdir. Demokrasi onlarsız olmaz.

Türkiye’de de örselenen, bu ikili meşruiyet bütünlüğünün bozulması, dokunun ayrışmasıdır. İlk ayağın öne çıkıp, ikinci ayağın giderek yok sayılması, hatta yokluğunun talebidir.