Geçen yazıda İslam’ın ve İslamcılığın ölmek bir yana, doğuş ve yükseliş halini yaşamakta olduğunu yazmıştım. Aslında İslamcılığın öldüğünü korkularını teskin edici bir retorik olarak kullananlar, somut bir olgudan hareket etmiyorlar, aksine dilek ve temennilerini dile getiriyorlar, bazen da korkularını, kaygılarını bastırmak üzere gece karanlığında mezarlıktan geçen korkanların yaptığı gibi ıslık çalıyorlar.
İslamcılığın ölümünü isteyenleri birkaç grupta toplamak mümkün.
- İnanç itibariyle atesit, deist veya agnostik olanlar. Bu gruptakilerin din merkezli bir hayırlı işe hayırhah bakmayacakları açıktır.
- Nominal anlamda yani mü’min olmayıp Müslüman olanlar ile, politik doktrinleri kapitalizm, sosyalizm, milliyetçilik veya başka bir ideolojiye mensup olanlar. Bunlar fikri ve siyasi rekabetin tabiatına uygun İslamcılığın bırakın yeryüzü ölçeğinde, Müslüman dünyada dahi kitleleri haksızlıklara, sömürüye, yozlaşmalara ve tahakküme karşı bir direniş ruhu uyandırmasını istemiyorlar. Çünkü her zaman iktisatta olduğu gibi “kötü para iyi parayı piyasadan kovmaz”, insanın varoluşsal ve hayatın anlamı ile zulme karşı duruş sergilemek açısından “Hak gelince batıl geçerliliğini kaybeder” (17/İsra, 81)
- Yöresel, bölgesel ve küresel düzeyde, sömürü ve haksızlıklara karşı mukavemete davet eden İslamcılara karşı ulusal, bölgesel ve küresel zorbalarla işbirliği yapan, iktidarlarını ve cürümlerini onların himayesine borçlu olanlar İslamcılığın öldüğünü, aslında ölmesi gerektiğini propagande ediyorlar
- Bir de eskiden İslamcı veya din adına siyasi ve sosyal taahhütlerde bulunarak iktidar olanlar, sahip oldukları serveti, iktidarın nimetlerini tüketmek arzusuna kapıldıklarından İslami hükümler onlara kısıtlayıcı geldiğinden, İslamcılığın artık çok eskilerde kaldığını söyleyip kendilerini ve hala İslamcı bir devrime ve reforma umut bağlayan kitleleri aldatmaya çalışıyorlar.
- Kelami/felsefi, başka bir deyişle entelektüel zaaf içinde olan aydınların, akademisyenlerin modern ve postmodern uygarlığa meydan okumaktan vazgeçip, ruhen ve zihnen “zamanın ruhu”na teslim olması.
İnsanın bu gezegendeki varoluşsal sorunları, sosyo politik, ekonomik krizleri ve İslam dünyası ile tahakkümcü ve hegemonyacı güçler arasında süren çatışma devam ettikçe din olarak İslamiyet, bir ideoloji, mektep, doktrin, bir mücadele yol ve yöntemi olarak İslamcılık da ölmez, ölmeyecektir. Mevzubahs olan çatışmayı açıklığa kavuşturmak lazım.
Bizim Batı ile asla ittifak kurmamız, mutabakat sağlamamız mümkün olmayan dört çatışma noktası vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
- Batı’nın emperyalist ve sömürgeci bir aktör olarak bizim topraklarımızı işgal ediyor, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızı yağmalıyor olması.
- Batı dünyasının bizim bölgemizle, İslam dünyası ile ilgili değer verdiği, koruyup kolladığı İsrail’in ve İsrail’in güvenliğinin olması.
3.Batı’nın İslam dinini kendi dinleri, yani Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi özelleştirmek, marjinalleştirmek ve özel alana itip hapsetmek istemeleri; İslam dininin kamusal alanda söz sahibi, ilke koyucu, ilke kurucu bir din olmaktan çıkarılması.
- Neredeyse A’dan Z’ye değişmemiz gerekirken, reform politikalarının Batı tarafından bize empoze edilmesi. Kısaca kendi kaynaklarımızdan hareketle değişmemize izin vermiyorlar, çünkü refahlarının ve tahakkümlerinin devamı bizim bu halde kalmamıza bağlıdır.
İşte bu dört alanda mücadele veren sadece İslamcılardır. 1979’da İran’da bir devrim yapıldı. 45 senedir ağır ambargo altında olmasına, bir dizi hata ve yanlışa rağmen ayakta durmaya çalışıyor. Dünyanın en yoksul insanların yaşadığı Afganistan’da, İslamcılar Rusları kovdukları gibi Amerikalıları da kovdular. Lübnan Hizbullahı ile Gazze’de İsrail’i iki kere ölüm sekeratına yatıran, Amerika’yı kendisiyle anlaşma yapmaya mecbur eden Yemen Ensarullahı İslamcıdır. Hamas İhvan’a mensup bir İslamcı örgüttür ve maruz kaldığı katliam ve mağduriyet dünyanın vicdanını ayağa kaldırdı. Özellikle, Batı dünyasında seslerini bir türlü hükümetlere ulaştıramayan milyonlarca hanif insan İslamcıların yanında yer aldı, bu küresel düzeyde yeni bir Hilfül Fudul’un ilk adımı olacak.
İslamcı geleneğimiz açısından yeniden bir okumaya ve kritiğe tabi tutmamız gereken belli başlı şahsiyetler var. Bazı akademisyenlerimiz, entelektüellerimiz bunları küçümseyebilir, fakat bunları yeniden düşünüp kritik etmemiz, bu müstesna zatların fikirlerinden ve tecrübelerinden yeni bir anlam ve yol haritası çıkarmamız mümkün. Başka onlarcası olmakla beraber, ben özellikle 10 ismi işaret edeceğim:
Ebu A’la Mevdudi, Seyyid Kutup, Malik bin Nebi, Ayetullah Humeyni, Ali Şeriati, Aliya İzzetbegoviç, Roger Garaudy, Hasan Turabi, Raşit el Ganuşi ve elbette Said Nursi.
Ben İslamcılığın ölmediğini, tam aksine dirilme halinde olduğunu ve İslam dünyasının da kurtuluşunun ancak bu siyasetle, bu doktrinle, bu akımla sağlanabileceğini düşünüyorum.