Şöyle bir soruyla başlayabiliriz bugün. Türkiye, geçtiğimiz yılın Ekim ayından itibaren nereye koşuyor? Başka bir deyişle neden bu kadar hızlı hareket ediyor?
Bu sorunun cevabının iç dengelerimizle ilgisi var elbette. Ancak asıl hikayenin bölgemizdeki değişimlerle, dolayısıyla da onlara dair ilgisi ve beklentisi yüksek küresel dinamiklerle birlikte şekillendiği çok açık.
Sıkça gündeme getirilen bir yaklaşıma göre ABD, merkezinde bulunduğumuz coğrafyaya ilgisini azaltıyor ve bir başka ifadeyle çekiliyordu. Bunun arkasına eklenen gerekçe ise hayli sağlam sayılır. Asıl ilgisini Pasifik hattına yoğunlaştırıyordu. Çin tehdidi vardı vb.
Başından itibaren bu teze karşı çıktım. İki ana nedenle. Herhangi bir küresel gücün Ortadoğu diye adlandırılan bu bölgeye ilgisini azaltması söz konusu olamaz. Özellikle de ABD’nin. Burası semavi dinlerin doğduğu, yayıldığı ve bir şekilde medeniyetleri yoğurduğu bir merkez. Dahası mevcut Amerikan başkanının arkasındaki teolojik yapının/zihniyetin pekala bildiği gibi giderek büyüyecek çatışmaların da çıkış noktası.
TÜRKİYE HEPİMİZ, AMA HEPİMİZDEN FAZLASI
Türkiye, hepimizin kafasında farklı tanımlara sahip olabilir. Ancak aynı zamanda bu tanımların hepsinden beslenen ve toplamından daha fazla anlama sahip bir ülke. Haklı gerekçelerle olsa bile bazı iç çekişmelerin kısırlaştırıp kurutması bu anlam ve değeri asla azaltmıyor.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından gündeme getirilen “iç cephenin tahkimi” meselesi, sıradan bir iç politika hamlesi olarak görülemez. Bu tahkimat, herkesi aynı görüş etrafında dizilmeye yönelik bir çağrı da değil. Yaklaşın büyük tehditler etrafında bir hedef birliği olarak görmek gerçeğe daha yakın olur.
YENİ DÜZEN, DÜZEN Mİ?
Yeni küresel düzenin ortaya çıkması için devasa ve hızlı adımlar atılıyor. Buradaki “düzen” ifadesi çoğu zaman yanılgılara kapı aralıyor. Bu, sadece düzenleyici güçler açısından bir “nizam” ve belli düzeyde kurallar içeriyor. Yoksa dünyayı adaletle, hiç olmazsa öngörülebilir kurallarla yöneten bir “düzen”den söz etmiyoruz.
Türkiye’nin yapmaya çalıştığı, bu hengamenin ortasında kendisine güvenli alanlar oluşturmak, tarihsel bağları üzerinden güçlü, ancak inisiyatif alanları geniş ittifaklar kurmak. Suriye’deki başlangıç ve onunla kuvvetli bir bağı olan Terörsüz Türkiye süreci bunun hamlesi.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan düzenlemeden, ne cumhuriyeti kuran iradenin, ne de genel anlamda devamında gelen devlet aklının hoşnut olduğunu söylemek mümkün. Yeri gelmişken o dönemin şartlarında ortaya çıkan anlaşma metinlerine bu gözle bakmak yararlı olabilir.
YAYILMACI MIYIZ?
Türkiye nereye koşuyor sorusuna tekrar dönersek, burada bildik tezler gündemde. Osmanlı mirası üzerinden yayılmacı emeller gösterdiğimiz ve bunun için Suriye’nin sadece başlangıç olduğu. İsrail medyası bu tür “analizler”le dolu şu sıralar.
İmparatorluk reflekslerinin siyasi gelenek ve genetik üzerinden devam etmesiyle, o dönemin yeniden inşasına kalkışmak arasında dağlar kadar fark var. Bu coğrafyada hiçbir ülke ya da güç merkezi bizim sahip olduğumuz tarihsel tecrübeye ve hafızaya sahip değil. Bunun barışın hizmetine sunulmasını yayılmacılık gibi göstermeye kalkışmak, sömürgeci zihin dünyasının algısından başka bir şey değil. Başka türlü göremez de. Üstelik bunu söyleyenler, Birinci Dünya Savaşı’nın yarım kalmış hesaplarının peşinde koşuyor.
“Terörsüz Türkiye”, kasırga önce hazırlık, barışı kuran güçlü bir irade ve hepimizin hayatına yansıyacak şekilde bir huzur ve denge arayışı.
Söylemeden geçemeyeceğim. “Geçmişi geride bırakalım, geleceğe bakalım” diyenlerin durmaksızın geçmişi didiklemesinden ne zaman kurtulacağız acaba.