“Türk – Türk ayrışması”

Ahmet Taşgetiren

Cezaevinde 10’uncu yılına giren Selahattin Demirtaş, geçtiğimiz hafta Cuma günü (31 ekim) t 24’te “Sürecin muhasebesi” üzerine bir yazı yazdı.

Yazıda “Sürecin kilit kavramı “silâh” değil “kardeşlik”tir“ diye başlayan paragraf şöyle ilerliyordu:

Silâh, kardeşlik hukukunu örselediği, kanattığı için tabii ki öncelikle silâh aradan çıkmalıydı. Bununla eş zamanlı olarak da kardeşlik hukuku ve duygusu onarılmalıydı. İşte buna ilişkin etkili, sonuç alıcı tek bir adım bile atılmadı...”

Demirtaş bu satırların ardından “Peki neler yapabilirdik ya da yapabiliriz?” diye soruyor, sonra da “Ben aklıma ilk gelenleri sıralayayım, siz ekleyin, genişletin lütfen...” diye devam ediyordu.

Demirtaş’ın önerileri içinde Liderlerin ya da Komisyon üyelerinin Öcalan’ı ziyaretleri yoktu. Ama meselâ, “Adnan Menderes’in, Alparslan Türkeş’in, Orhan Doğan’ın ve Mehmet Sincar’ın mezarlarını ziyaret edip oradan Anıtkabir’e gitmeleri, Konya’da Mevlana’yı, Doğubayazıt’ta Ehmedê Xanî’yi ziyaret etmeleri” vardı.

Demirtaş ayrıca, “Diyarbakır’da Amedspor ile Trabzonspor arasında bir kardeşlik maçı organize edilmesi, tüm Diyarbakır’ın, Trabzonspor ve Amedspor bayraklarıyla donatılması, Karadeniz’den akın akın gelen “kardeşlerimiz”in Diyarbakırlıların evlerinde misafir edilmesi, stadyuma maçı izlemeye birlikte gitmeleri” vardı.

Demirtaş, kardeşlik harekatında, “Milli futbol takımının, bir maçını Diyarbakır Stadyumu’nda oynamasını ve Diyarbakırlılar’ın Milli Takım’a canı gönülden sahip çıkmaları”nı öneriyordu.

İzmir’den, Kars’tan yola çıkan gençlerin Çanakkale Şehitliğini ziyaret ettikten sonra Anıtkabir’de buluşup Türkçe – Kürtçe kardeşlik bildirisi okuması da öneriler arasındaydı.

Bir öneri şuydu:

Bursa Ulu Camide ve Diyarbakır Ulu Cami’de aynı anda Türkçe ve Kürtçe kardeşlik hutbesi okunsaydı.”

Son öneride de Demirtaş, “Evlatlarını çatışmalarda kaybetmiş Türk ve Kürt analarının kol kola girip beraberce mezarlıkları ziyaret etmelerini, akşamına da Beştepe’de Cumhurbaşkanı tarafından ağırlanmalarını” teklif ediyordu.

Bilmem Demirtaş’ın yazısını Cumhurbaşkanı Erdoğan okudu mu, okudu ise tepkisi ne oldu?

Doğrusu okumasını isterdim.

Demirtaş yazının devamında “Bunlar yapılmadı” diyor, “Orada burada gereksiz yere sloganlar atıldı, televizyonlarda konuşanlar ağızlarının ayarını tutturamadılar; hakaretler, tehditler, şantajlar, ekranlardan halkın üstüne boca edildi.” dedikten sonra bir şey daha söylüyor:

Yetmedi, muhalefete yönelik ve özellikle CHP’yi hedefe koyan…… operasyonlarla ayrışma iyice derinleştirildi….. Kürt – Türk kardeşliği pekiştirilmeden, üstüne Türk – Türk ayrışması eklendi.”

Türk – Türk ayrışması” diye bir yeni tespiti gündeme getiren bu satırların da okunmasını dilerdim “milletin birliğini temsil” konumundaki sayın Cumhurbaşkanı tarafından…

9 yıldır cezaevinde tutulan ve iç hukuk yolları tükendiği için ancak AİHM kararıyla “adalet”e ulaşmaya çalışan bir adam söylüyor bunları, yani “önce kardeşlik hukuku”nun inşa edilmesi zaruretini… “Niye bulamadı bu adam ya da bulamıyor benzeri yüzlerce insan adaleti iç hukuk yollarında” sorusu da önemli. “Düşman hukuku” diye bir ifadenin “hukuk devleti” diye tanımlanan bu ülkede yargı sürecinde tedavüle girmiş olması da önemli.

Demirtaş’ın yazısını okuyunca, önce 2005’te Yeni Şafak’ta yazdığım, sonra 2012’de Bugün’de tekrarladığım ve “uçuk teklifler” diye nitelediğim satırlar geldi aklıma.

-AK Parti'nin kadın kolu mensupları, mümkünse başlarında Emine Erdoğan Hanımefendi olmak üzere, ayaklarına şalvarları geçirip, mezralarda Doğu-Güneydoğu'nun anneleriyle, kızlarıyla buluşmalılar.

-Bir bayram sabahı, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı Diyarbakır Ulu Camii'nde saffa durmalı, sonra avluya çıkıp halkla bayramlaşmalı, sonra da gidip mezrada bir eve misafir olmalı.

O zaman Cumhurbaşkanı Sezer'di ve benim teklifimin gerçekleşme ihtimali neredeyse sıfırdı.

Sonra bir gün, Cumhurbaşkanı Gül aradı, "Sizin o teklifinizi aklıma yazmıştım" dedi, "Bir bayram günü Diyarbakır'da bayram namazı kılmayı kafama koymuştum." Olmadı, Sayın Gül'ün bir rahatsızlığı oldu ve Diyarbakır gezisi gerçekleşmedi.

Bilmem, belki bu Ramazan Bayramı'nda böyle bir muhteşem olay gerçekleşir.

Ben bunları, "insana dokunmak" olarak anlıyorum.'' (Bir mum yak, Bugün, 8 ağustos 2012)

Demirtaş’ın “Kürt – Türk kardeşliği pekiştirilmeden, üstüne Türk – Türk ayrışması eklendi” ifadesi ne ifade ediyor “Devlet” katında, merak ediyorum.

Bir “siyaset” yürütülüyor. Partiler “siyaset” yürütür, ama “Devlet” biraz farklı durur. Devlet kapsar toplumu, milleti… parti siyasetinin ötesine geçer. “Kürt – Türk” ilişkisinde Demirtaş “tüm toplumu kuşatacak olan Devlet aklı”nı arıyor. Bunu cezaevinin damıtılmışlığından sunuyor ülkenin önüne. “Kürt siyaseti” için bile yeni ufuklar açıyor.

Şu sıralar, öyle – böyle sanki “Kürtlük alanı” için bir şeyler yapılacak gibi görünüyor. Ağzı yandı ülkenin 50 yıldan bu yana. İş, Demirtaş’ın dediği gibi kardeşliğe gelir mi, göreceğiz. “Türk – Türk ayrışması” denen şey, bazen kardeşin kardeşin canına kıydığı, insanların birbirinin cesedinin üstüne basarak yükselmekten çekinmediği siyaset – iktidar paylaşımı alanında gerçekleşiyor. “Kardeşlik” söylemleri de orada çok naif kalıyor.

Cumhurbaşkanı aynı zamanda parti başkanı. Ve parti başkanlığı öne çıktığında adeta kıran kırana bir dil ve icraat gelip gündeme oturuyor. O yüzden de “Kürt sorunu” alanında aranan barış, sanki diğer alandaki kıran kırana dil ve icraatın kamuflajına dönüşüyor.

Demirtaş’ın “Türk – Türk ayrışması” tanımlaması, “Barış süreci” de denilen akışta ironik bir durum tespiti olarak kayda girmiş bulunuyor