SDG benzeri yapı Türkiye’de olsa…

Ahmet Taşgetiren

Amerika, Suriye’de SDG diye bir yapı oluşturduğundan beri Türkiye – Amerika ilişkileri problemli. Öyle ki kimi zaman iki ülkenin birlikleri Suriye toprağında çatışmanın sınırına bile geldi.

Amerika SDG’yi eğitti, donattı ve korudu. Suriye toprakları içinde bir silahlı yapı oldu SDG ve ülkenin yüzde 35’ini, petrol yataklarını kontrol edebilecek güce ulaştı.

Bunların bir kısmı Esed yönetimi döneminde oldu. Evet, Suriye’de bu dönemde Kürtlerin kimlik edinme hakkı bile yoktu. Hak mücadelesi bir haktı.

Türkiye sınır ötesinde, üstelik on yıllardır mücadele ettiği PKK ile geçişli – iltisaklı bir silahlı güce karşı teyakkuzunu sürdürdü.

Türkiye’nin bu hassasiyeti, oradaki yapının zaman içinde Türkiye’yi de kapsayacak bir genişleme hedefi bulunmasıyla ilgiliydi.

Peki bu paranoya mı idi, gerçeklik boyutu olan bir şey miydi?

Burada şöyle bir soru sorulmalı:

-2013-2015 dönemi çözüm süreci neden bitti?

Burada ben Amerika’nın, Kandil’in ve uzantılarının zihnini iğfal etmesinin altını çizdim bugüne kadar. Amerika o günlerde Kandil’e ve uzantılarına dedi ki “Size Suriye’de Rojava gibi bir imkân sunduk. Türkiye’de neden daha azına razı olacaksınız ki?”

Rojava “kurtarılmış bölge” idi bu anlayışa göre.

PKK buna tav oldu. O zaman içerdeki Kürt siyasetçilerden bir kısmı da -bazı Türk yazarlar dahil- benzeri değerlendirmeler yaptı.

Daha kötüsü, içerde bazı bölgelerde işgaller, özyönetim, özerklik vs ilanları oldu. Doğu-Güneydoğu’da bunun sonucu yaşanan acıları unutmamak gerekiyor. O zaman diğer Kürt siyasetçiler de açık tavır almadılar o özyönetim ilanlarına ve hendeklere karşı…

Ayrıca yine o döneme gelirken, örgütün içerde kimlik kontrolleri yaptığını, halk mahkemeleri kurduğunu, bazı bölgeleri kendi işgal alanı olarak gördüğünü ve oralara giren askeri birlikleri pusuya düşürdüğünü, bazı Kürt siyasetçilerin de bunu olağan bir durum gibi karşıladığını biliyoruz.

Yani şu ki, fırsat doğduğunun düşünüldüğü bir ortamda “kötü niyetler” açığa çıkıyor.

Fırsat ne?

Fırsat ülkenin içine sürüklendiği diyelim kaos hali. Irak’ta – Suriye’de yaşananlar… Birinden Amerika’nın ebeliğinde Kuzey Irak doğdu, diğerinden SDG kontrolünde bir alan doğurulmak isteniyor.

SDG’nin silâhlı yapısı ve bir kısım Suriye toprağını kontrol ediyor olması, mevcut kaotik duruma bakıldığında normalmiş gibi görülüyor.

Herhangi bir durumda -farzı muhal ve Allah korusun- Türkiye’nin bir bölgesinde silâhlı bir yapının oluştuğunu, 100 bin kişilik orduya dönüştüğünü, belli alanları kontrol etmeye başladığını, orada mesela demokrafik (nüfus yapısına ilişkin) operasyonlar yaptığını düşündüğünüzde, şu anda Suriye’deki olguyu normalleştirdiğiniz gibi normalleştirir miydiniz?

Diyor ki Mazlum Abdi, SDG’nin ayrı silâhlı güç konumuna gerekçe üretirken… “Ya Şara diktatör olursa…” Ardından gelecek olan cümle şu olmalı: Biz askeri varlığımızı koruyalım, Şara ile savaşalım.

Bu, bir ülkenin kendini toparlama çabaları sırasında kendini meşrulaştırmak için kullanılan ve her zaman “diktatörlük gerekçesi ile haydi savaşa” denebilecek bir yaklaşımı sergiliyor.

Şu anda Amerika SDG’nin yanında dursa Şara’nın ve Suriye’nin işi zora girecek. Ama Amerika muhtemel ki Türkiye’nin de duruşu ile SDG’ye mesafe koymuş durumda. Ama SDG ile birlikte başka unsurları bu defa İsrail güdümlüyor.

Türkiye de (Ankara’da devlet aklı diyelim) aklında tutuyor olan bitenleri. “Birileri zayıf zamanımızı bekliyor” diye bir kaygı bu.

SDG konusunda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın duruşu da, MSB Yaşar Güler’in duruşu da, güncel söylemlerden arınmış bir değerlendirmeyi yansıtıyor.

Şunu her zaman söyledim: Kürtlere bir hukuk devletinde herkes için olması gereken haklar ne bir eksik ne bir fazla verilmeli. Asla ikinci sınıf vatandaşlık olmamalı. Hiç kimse için olmamalı. Hiç kimse için “çifte hukuk – düşman hukuku” da olmamalı. Bunlar ne bir terör örgütü ile ne onun lideri ile pazarlık konusu da yapılmamalı.

Terör örgütü ve lideri ile, şayet silâhı bırakıp kendini feshediyor ise, bu noktaya gelmişse, işin böyle yürümeyeceğini anlamışsa, uluslararası desteklerini kaybetmişse, hayata dönüş şartları konuşulmalı. Onu da asla “Sen şunu ben şunu” tarzında kademelenme şeklinde yapmamalı.

Devletin ülke insanına insanca şartlar hazırlama sorumluluğu var, bunun terör örgütü ile pazarlık sürecinde gerçekleşiyor görüntüsüne bürünmesi en büyük yanlışlık. O zaman DEM’in Öcalan’ı “Sürecin baş muhatabı, barışın kilit aktörü ve çözüm iradesi” gibi tanımlarla kutsama dili başlıyor. Sonra da “özgür koşullar” diye talep geliyor.

Osman Sert’in Karar’da 6 Aralık’taki yazısında şu cümlesini not etmiştim: “PKK sözcülerinin dışında DEM Partililerin, İmralı’ya gidip gelenlerin görüşmelerden bahsederken büründükleri halet-i ruhiye Öcalan’ın neredeyse insanüstü bir kimlik olarak kabul edildiğini gösteriyor.”

Osman Sert o yazıya şu başlığı atmış: “Öcalan sürecin gücü mü zayıf karnı mı?”

Bu yolu Bahçeli açtı. Ama Öcalan’lı sürece toplumun çok geniş kesimlerinde tepki var.

DEM’in Öcalan’a “insanüstü rol” veriyor gözükmesi de bu tür yapılarda liderlik kültünün nasıl problemli yapıya dönüştüğünü göstermesi açısından ayrıca değerlendirmeye değer bir konudur.