Bu yazıya başlarken Pazar günkü yazımın altında 215 yorum vardı. Değerlendirmelerime katılan, eleştiren, farklı meseleleri gündeme getiren…
Bu yazıda bir okuyucunun eleştirisini ele alacağım. Yaşadığımız süreçte “tipik” bir yaklaşımı bana eleştiri olarak sunan bir değerlendirme bu. İsim yazmış, teşekkür ederim, ama ben burada ismini paylaşmayacağım. Saklı kalsın. Yorumu paylaşınca kendisini anlayacaktır. Yorum şöyle:
“Sayın Taşgetiren, bu kadar yolsuzluğun olduğu, 30 adet itirafçının olduğu bir davada savcının ne yapması gerekirdi? Çalan CHP’li, şikayet eden CHP’li. Yok canım bunlar iyi çocuklar bunlar çalmaz diyerek dava açmamalı mıydı? Bu kadar delile rağmen hâlâ suçu yargı ve iktidara atmanız size hiç yakışıyor mu? Yazıklar olsun, bilmiyorum ne karşılığında siz bu hale düştünüz?”
Yorumun “Bilmiyorum ne karşılığında bu hale düştünüz?” kısmı bir “ön yargı”yı ve bir “su-i zannı” ifade ediyor. Belki de sorunumuz tam da bu: Kolay yargılar oluşturuyor, kolay su-i zanlara düşüyoruz. Bu eğilimi büyütün büyütün, Türkiye siyaset atmosferi olur.
“Tipik” dedim bu okuyucu yorumuna… İktidara yakın medya bu yaklaşımı empoze ediyor, bizzat sayın Cumhurbaşkanı konuşmalarında 18-19 Mart’la başlayıp devam eden sürece sahipleniyor, onu rakip siyasi yapıyı özellikle seçimde birçoğu kaybedilen belediyeler planında yıpratmak için kürsülere taşıyor.
Meselâ bağımsız – tarafsız yargı duyarlılığı olsa, sürmekte olan bir dâvâya hiç kimsenin müdahale edemeyeceği ilkesi dikkate alınsa, ve sayın Cumhurbaşkanı’nın sistem üzerindeki hakimiyeti göz önünde bulundurulsa “Bir Cumhurbaşkanı devam etmekte olan dâvâ ile ilgili böyle nasıl konuşur?” diye sorulur. Sayın Cumhurbaşkanının kürsülerden “memleketi ahtapot gibi sarmış suç örgütü” diye bahsettiği bir dâvâda süreci doğru yönetmek mangal gibi yürek ister.
İktidar cenahınca yürütülen kampanya zaten kitleleri etkileme amacı taşıyor ve sonuç olarak da bir kısım insanı etkiliyor. “Çaldılar” yaklaşımının altında bu kampanyaların olmadığı söylenebilir mi? Hele iktidar medyası dışında hiçbir sesi duyamayanlarımız için?
Bu paragrafta bold olarak kullandığım “Çaldılar” ifadesini tanıdınız mı?
Binali Yıldırdım’a aittir o ifade. 2019’da İBB adayı olarak gösterildi sayın Cumhurbaşkanı tarafından… 31 Mart’ta İmamoğlu’na karşı 13 bin oyla kaybetti seçimi. İtiraz itiraz itiraz, 13 bin oyla İstanbul alınır mıydı? Seçim YSK tarafından iptal edildi. Gerekçeyi Binali Bey söyledi: “Çünkü çaldılar.”
23 Haziran’da seçim yenilendi. 13 bin oy farkı 800 bine çıktı, Ekrem İmamoğlu lehine… Açılan dâvâlarda “Çalma iddiaları” da boşa çıktı.
Demek ki neymiş, YSK tarafından da önemsenip seçim iptali kararı verdiren her “iddia” gerçeği yansıtmayabiliyormuş.
Onun için yargı sistemi “Suçsuzluk karinesi” diye bir şey üzerinden yürüyor. Suçu sabit görülünceye kadar herkes masumdur.
Savcı dava açmış, açar, belli iddialardan yola çıkar, İBB olayında da çıkmış, kendine göre deliller bulmuş, itirafçılar olmuş, şu bu… ama henüz iddianame yok, yargılama başlamamış, sanık savunma hakkını kullanmamış, İsti’nafa gitmemiş, Yargıtay’a gitmemiş, AYM’ye gitmemiş, belki AİHM’e gidilecek…
Peki bunca süreci göz ardı edip, nasıl kürsülerden “ahtapot” bilmem ne gibi peşin mahkûmiyet tanımları yapıyor ve kitlelerin zihin dünyasını enfekte ediyoruz?
MHP’li politikacılar “masumiyet karinesi” ilkesini hatırlatıp duruyorlar. Devlet Bahçeli “Deliller bir an önce toplansın, suç varsa cezası kesilsin değilse beraat etsin” dedi. Demek ki o henüz “suçluluk damgası” vurabilecek noktada değil. Yine MHP’li hukukçular “Tutuklama istisnai olsun, cezalandırmaya dönüşmesin” diyorlar. Ama bizde tutukluluğun cezalandırmaya dönüşmesi de olağan hukuksuzluklardan…
Bana yazan okuyucumun gündeminde var mı bilmem, Türkiye’de bir “Yargı problemi” var. Toplumun sadece 5’te biri “Yargıyı güven verici” buluyor. Hukuktaki problem, ekonomiyi de, dış yatırımları da olumsuz etkiliyor.
Bazen anayasanın bağlayıcı kararına rağmen AİHM kararlarını uygulamayan bir ülkeyiz. Onu da geçelim, her kişiyi – kurumu bağladığı Anayasa hükmü olan Anayasa Mahkemesi kararlarını bile uygulamadığımız oluyor. Hatta AYM üyelerine dava açılması talebi…
Bir de şunu söyleyeyim: Türkiye’de Yargı’nın siyasi amaçlarla kullanıldığı ve karar verilse bile toplumun vicdanına sığmadığı da bir gerçeklik. Bunu belki 27 Mayıs mahkemelerini hatırlatırsam anlamak daha kolay olacaktır. Menderes’i ve iki bakanı için idam kararı verildi bu ülkede, asıldılar, sonra da onlar için türbe yapıldı. O zaman da Menderes için ne denmemişti ki… “Düşükler” en hafif itibarsızlaştırma idi.
Daha tanıdık alana geleyim: Milli Selamet, Milli Nizam, Refah, Fazilet partileri kapatıldı. Erbakan Hoca yasaklandı (Demirel, Ecevit, Türkeş, Baykal gibi…)
Refah’ın kapatma davasında AYM’deki savunmayı merhum Erbakan Hoca yaptı. Unutmuş olamazsınız, o zaman “Seni seviyoruz savunan adam” diye bir yazı dolaştı, Erbakan’ın arkadaşlarıyla beraber oturduğu ortamda okundu, göz yaşları ile dinlendi… O yazının yazarı Ahmet Taşgetiren’di… Çünkü Erbakan’ın haksız yere yargılandığı, Refah’a haksız yere kapatma davası açıldığı inancındaydı…
Erdoğan’ın yargılanıp mahkûm olduğu davanın gerekçelerine de inanmadı Ahmet Taşgetiren…
AK Parti için iktidardayken kapatma davası açıldı bu ülkede… “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” gerekçesiyle… Hazine yardımının kesilmesi ile ipten döndü. Bu karar da siyasi bir karardı ve yanlıştı.
Anayasa Mahkemesi’nin başörtüsü yasağı getiren kararını da keskin biçimde eleştirdi Ahmet Taşgetiren…
Bu ülkede Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, “Terör örgütünün lideri” suçlaması ile ağırlaştırılmış müebbet ile yargılandı, tutuklandı, 26 ay tutuklu kaldı ve beraat etti. Savcı Zekeriya Öz’ün kılıcının her tarafının kestiği zamanlardı.
“Bizimkiler”e yapılan adaletsiz uygulamalar rakiplerimize yapılınca adalet olmuyor. “Yargı” üzerine yazılınca yazı kolay kolay bitmez, ama bitirmem lazım. Gerekirse yine yazarız. Adalet işi “su-i zan”la olmuyor dostum, kalbinize ve amel defterinize dikkat edin.