Savaş ve Ölüm Korkusu

Ali Bulaç

Tarihsel tecrübe bize gösteriyor ki, müslümanlar izzetlerini “Allah yolunda cihad”, başka bir deyişle gerekçeleri haklı adil bir savaşla koruyabilirler. Haksız siyasi nüfuz, yalımcılık, toprak gasbı, ganimet, talan ve yağma; bir şahsın, bir hanedanın veya belli bir kavmin hakimiyet ve sömürüsünü amaçlayan savaşlar gayrımeşrudur. Bugün de yaşadığımız olaylar, müslüman dünyanın izzetini ancak cihad ruhunu uyandırmak suretiyle koruyabileceklerini göstermektedir. Yanlış reel politika hesapları, korku ve milli çıkar, müslüman ülke liderlerini çağımızın Roma Sezarı’nın arkasında toplayıp onun talimatları doğrultusunda tutum belirlenmesine yol açmaktadır.

Kur’an-ı Kerim, savaştan kaçanların tek tek gerekçelerini teşrih masasına yatırır, analizini yapar ve öne sürülen gerekçelerin temelsiz olduğunu ortaya koyar.

“Kendilerine; “Elinizi (savaştan) çekin, namazı kılın, zekâtı verin” denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah’tan korkar gibi -hatta daha da şiddetli- korkuya kapılıyorlar ve: “Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” dediler. De ki: “Dünyanın metaı azdır, âhiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz ‘bir hurma çekirdeğindeki ip-ince bir iplik kadar’ bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.” Her nerede olursanız olun, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunsa: “Bu, Allah’tandır” derler; onlara bir kötülük dokunsa: “Bu sendendir” derler. De ki: “Tümü Allah’tandır.” Fakat ne oluyor ki bu topluluğa, hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar? (4/Nisa, 77-78.)

Müslümanlar Mekke’de iken cihad ile emrolunmuş değildiler. Ağır baskı altında idiler ve bazı sahabiler bundan rahatsızlık duyuyordu. Ara sıra gelip Hz. Peygamber (s.a.)’den baskılara ve haksızlıklara karşı koymak için izin istiyorlardı. Hz. Peygamber, izin vermiyordu, çünkü hem ilk Müslüman cemaat zayıftı hem de Mescid-i Haram’ın olduğu Mekke’de kan dökmeyi münasip bulmuyordu. Bu durum, müfessirleri, ayetin savaş izni isteyen Abdurrahman ben Avf, Mikdad, Kudame bin Maz’in ve Sa’d bin Ebi Vakkas gibi sahabeleri hakkında indiği fikrine götürmüştür. Bu görüşü Nesai’de (Bkz. Cihad, 1) yer alan bir kayıt da desteklemektedir.

Fakat Mücahid’e göre burada sözü geçenler Yahudiler, el Hasen’e göre münafıklardır. Ayetin genelinde çizilen kişilik profili, ismi geçen ve hayatlarında Hz. Peygamber’in tebliğ ettiklerine ve davetine yürekten bağlı kalan şahıslardan çok, münafıkları tasvir ettiğini göstermektedir. “İnsanlardan, Allah’tan korkar gibi korkmak, hatta daha çok korkmak” mü’minlerin değil, münafıkların vasfıdır. Yahudiler de, Mısır’dan çıkıp kurtulduktan sonra Hz. Musa’ya “Biz savaşmayız, sen git Rabbinle savaş” demişlerdi (5/Maide, 24).

Bir farz olarak savaş emrine itiraz etmek mü’minlerden beklenemez. Mü’minler ahiret mutluluğunun her bakımdan dünya mutluluğundan daha iyi, kalıcı ve sahici olduğunu bilirler. O halde bu kişilik profili münafıklara ait olabilir ancak. Doğrudan münafıkları kast etmiyorsa bile, zayıf karakterdeki Müslümanlara atıf olduğunu söylemek mümkün. Çünkü bazen kişi Müslüman vasfını korumakla beraber, münafığın davranışlarını tekrar edebilir. Herkesin bildiği hadisi hatırlayalım: “Münafığın alameti üçtür; konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde hainlik eder.” (Buhârî, İman: 25; Müslim, İman: 25) Sözünde durmama, emanete ihanet etme, ahde vefa göstermeme vb. tutum ve davranışlar münafığa aittir ama bazen münafık olmadığı halde bir Müslüman da benzer davranışlar içine girebilir. Öyleyse haklı gerekçelere dayanan adil savaş emrine karşı yılgınlık gösteren insanlar da, münafık olmadıkları halde münafıklar gibi tutum takınabilirler. (Bkz. 47/Muhammed, 20-22).

Bu ayet, namaz ve zekâtın cihattan önce emredildiğini göstermektedir.

İmanı ve ilahi emirleri yeterince içselleştiremeyenlerin farkında olmadıkları bir hakikat var. O da şudur: Bizim ölümümüz ve hayatımız Allah’ın elindedir. Savaştan kaçmanın sebebi, “zamansız ölüm”ü getirdiğine ilişkin yaygın zandır. Savaştan kaçanlar “Bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?” diye serzenişte bulunurlar. Onların zannına göre savaşa gitmeyecek olurlarsa, ölümden kurtulacak veya ömürleri uzun olacaktır. Bir kere eğer dünya hayatının nimet ve hazları dolayısıyla içlerini ölüm korkusu sarıyorsa, dünyanın sağladığı yarar (meta) sınırlıdır. Allah’tan korkup sakınanlar (muttakiler) için ahiret daha hayırlıdır. Ve bu dünyada iyilik adına her ne yapmışlarsa ipince bir fitil kadarcık dahi olsa haksızlığa uğratılmadan karşılığını göreceklerdir. Ahiret nimetleri nasıl daha hayırlı olmasın ki!. Dünyevi nimetler sayıca ve miktar itibariyle daha azdır; sonludur; içlerine acılar, kaygılar, tereddütler karışmıştır ve kalite bakımdan daha düşüktür. Ahirette sunulan nimet ve mutluluklar çoktur, fazladır, sonsuzdur, kaygısız ve endişesiz olarak sunulmaktadır ve kalite bakımdan eşsizdirler.

Ölüme gelince. İnsanoğlunun en büyük gerçeğidir. Zamansız veya zamanlı ölüm olmaz. Her insana takdir edilmiş bir süre verilmiştir. “Ölüm anı” ecelin geldiği, vadenin dolup tamamlandığı andır. Ve insan nerede olursa olsun, ölüm gelir onu bulur. (3/Al-i İmran, 185; 21/Enbiya, 34-35.) İster savaş alanında ister normal gündelik hayatında olsun. Hatta yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda, korunmuş burçlarda olsun. Bir oka veya kurşuna hedef olması gerekmez, kalp sektesinden gider, bir anda mum gibi söner. Ölüm her an ve her yerde gelebilir. Evinin duvarını tamir eden bir sahabeye Hz.peygamber (s.a.) “Ölüm bu (duvarın yıkılması) ndan daha hızlıdır” buyurur. (Ebu Davud, Edeb, 156,157.) Yine şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri yok edeni (ölümü) çokça hatırlayın .” (Nesai, Cenaiz, 3.)  O halde imanın bilincine varmış bir Müslümana, ölüm korkusu veya daha fazla dünya hayatı adına sorumluluklarından kaçınması yakışır bir tutum değildir. Dünyada ne kadar uzun ömür sürecek olursa olsun, insanın elde edebileceği fayda pek azdır: “De ki: “Eğer ölümden veya öldürülmekten (korkup) kaçıyorsanız, kaçış size kesin olarak bir yarar sağlamaz; böyle olsa bile, pek az (bir zaman) dışında yararlandırılmazsınız.” (33/Ahzab, 16).

Savaşın mutlak anlamda ölümü getireceği, savaşa katılmayanların kurtulacağı ve daha çok yaşayacağı münafıklara ait bir zandır ve bu Uhud savaşı sırasında dile getirilmişti (Bkz. 3/Al-i İmran, 156). Öyle değil. Ayetin özellikle “burçlar”dan söz etmesi önemlidir. Çünkü burç, yüksek yerler, inşa edilmiş kalelerin tepeleri, saraylar, kalın-dayanıklı surlar, muhkem korunma yerleri anlamına geldiği gibi, gökyüzündeki görünür gezegenler anlamına da gelir (Bkz. 15/Hicir, 16; 25/Furkan, 61ve 85/Buruc, 1). Yeryüzünden gezegenler ihtişamlı bir biçimde gözlemlenebildikleri için “burç” adını almışlardır; bu anlam çerçevesinde mü’min kadınlara “Önceki cahiliye kadınlarının açılıp saçılması, güzelliklerini görünür kılmaları gibi (Teberrüc’l-cahiliyye) siz de öyle dışarı çıkmayın” (33/Ahzab, 33) denmiştir.

Bu ayet kümesinden çıkarcağımız önemli sonuç, adil bir savaş gücü yeten müslüman üzerine farzdır, savaştan kaçınmak mü’mine yakışmaz, haramdır; ölüm karkusuyla kaçmak ise mü’minlerin değil, münafıkların karakteristik özellikleridir. Müslümanlar izzetlerini, bağımsızlık ve özgürlüklerini, yer altı ve yerüstü kaynak ve varlıklarını ancak cihatla koruyabilirler.