Aşağıda seçtiğim ayet kümesinden hareketle, 1395 sene önce Tebük seferi sırasında Medine’de savaştan kaçanlar ile bugün Gazze’de süren savaştan kaçanlar arasında bir mukayese yapmaya çalışacağım. Bu, bize Kur’an ayetlerinin nasıl evrensel ve insanın bu gezegendeki hayatı sürdükçe ebedi mesajlar taşıdığını gösterecektir. Ayet kümesi şu:
“11. Bedevilerden geride bırakılanlar, sana diyecekler ki: “Bizi mallarımız ve ailelerimiz uğraştırdı. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile.” Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De ki: “Şimdi Allah, size bir zarar isteyecek ya da bir yarar dileyecek olsa, sizin için Allah’a karşı kim herhangi bir şeyle güç yetirebilir? Hayır, Allah yaptıklarınızı haber alandır.” 12. Hayır, siz Peygamberin ve mü’minlerin, ailelerine ebedi olarak bir daha dönmeyeceklerini zannettiniz; bu, kalplerinizde çekici kılındı ve kötü bir zan ile zanda bulundunuz da, yıkıma uğramış bir topluluk oldunuz. 13. Kim Allah’a ve Resûlü’ne iman etmezse, (bilsin ki) gerçekten Biz, kâfirler için çılgınca yanan bir ateş hazırlamışızdır. 14. Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır; dilediğine mağfiret eder, dilediğini azaplandırır. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. 15. (Savaştan) Geride bırakılanlar, ganimetleri almaya gittiğiniz zaman diyeceklerdir ki: “Bizi bırakın da sizi izleyelim.” Onlar, Allah’ın kelamını değiştirmek istiyorlar. De ki: “Siz kesin olarak bizim izimizden gelemezsiniz. Allah, daha evvel böyle buyurdu.” Bunun üzerine: “Hayır, bizi kıskanıyorsunuz” diyecekler. Hayır, onlar pek az anlayan kimselerdir. 16. Bedevilerden geride bırakılanlara de ki: “Siz yakında zorlu savaşçı olan bir kavme çağrılacaksınız; onlarla (ya) savaşırsınız ya da (onlar) Müslüman olurlar. Bu durumda eğer itaat ederseniz, Allah, size güzel bir ecir verir; eğer bundan önce sırt çevirdiğiniz gibi (yine) sırt çevirirseniz, sizi acı bir azap ile azaplandırır.” 17. Kör olana güçlük (sorumluluk) yoktur, topal olana güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse, (Allah) onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim sırt çevirirse, onu acı bir azap ile azaplandırır.” (48/Fetih, 11-17)
Ayetlerin indirildiği tarihsel ortamda “bedevilerden geride bırakılanlar“ın üç ayrı grup olduğu düşünmek mümkün: a) Münafıklar, b) İslam’a girdiği halde henüz iman kalplerinde yerleşmemiş olanlar, İslami dava ve sorumlulukların ne olduğunu öğrenemeyenler, c) Müslümanların gelişip güçlenmesinden çekinen müşrik-putperest topluluklar.
Her üç görüşün lehinde argümanlar öne sürülmüştür. İkinci şıkta yer alan görüş daha kuvvetli görünmektedir. Bu ayetlerde sözü edilenler Medine çevresinde yaşayan ve genellikle konargöçer hayat süren Araplar olup Gifar, Müzeyne, Eşca’, Eslem, Cüheyne kabileleri olduğu kaydedilir.
Neden sefere çıkmaktan kaçınan bedevilere “geri bırakılanlar” denmiştir? Kurtubi’ye göre, onları Hz. Peygamber ile birlikte olmalarından geri bırakan Allah olduğu için aslında “terkedilenler” anlamında kullanılmıştır. Ama bu pek akla yatkın görünmemektedir. Çünkü onlar mal ve ailelerini, dünyaya bağlılıklarını öne sürüp sefere çıkmaktan imtina etmişlerdi, öyleyse onları geri bırakan dünya sevgisi ve tutkusu, ölüm korkusudur. Hz. Peygamber’in seferine katılmamak suretiyle Allah’ın hoşnutluğundan ve elbette dünyevi nimet ve ahiret sevabından da mahrum kalmış oldular. (Ayrıca bkz. 3/Al-i İmran, 167.)
Savaşa katılmak büyük bir görev ve sorumluluktur. Tebük seferinde (h. 9/ m. 630) mevsimin sıcaklığını, bağ-bahçe ve mülklerini, eşlerini bahane gösterip savaşa çıkmayan münafıklar ağır bir dille eleştirilmişlerdi (9/Tevbe, 101); bir de bunlara kanan, huylarını edinen Medineliler de söz konusu edilmişti (9/Tevbe, 81-85). Burada zikri geçenler ise İslam’a henüz girip yaptığı seçimin tam bilincinde olmayan çevre kabileleridir.
Savaş sorumluluğundan kaçarken mal ve aile gibi faktörler gerekçe olarak gösterilemez. Çünkü savaş toplumun bütününün güvenliğini, geleceğini yakından ilgilendiren özel bir duruma işaret eder. Savaş zamanlarında herkes üstüne düşen görevi yerine getirmek zorundadır. Hudeybiye (h. 6/ m. 628) yolculuğuna katılmayanlar esasında Hz. Peygamberin 1.400 kişilik ashabıyla kendini büyük bir tehlikeye attığını, umre yapmak niyetiyle Mekke’ye giden Müslümanları Mekkelilerin darmadağın edeceğini, Müslümanların bir daha ailelerine dönmeyeceklerini, dolayısıyla kendilerini bu tehlikeden korumanın akıllıca olduğunu düşünmüşlerdi. Tabii ki öyle olmadı, Hudeybiye zafere dönüştü, belki o sene Müslümanlar umre yapmadılar ama seneye yapma şartını anlaşmaya derç etmeyi başardılar, üstelik 10 yıllık bir barış ve istikrar anlaşmasının altına imzala attılar.
İslam’ın henüz kalplerine girmediği bu kabileler temel bir hakikatin hayli uzağında bulunuyorlardı: Bir kere samimi değillerdi, kalplerinde olan ile dile getirdikleri başka idi. Onlar korkmuşlardı, kendilerini risk altına sokmak istemiyorlardı ama gerekçe olarak mallarını ve ailelerini gösteriyorlardı. Bu da onlara makul bir gerekçe gibi görünmüştü, yani onlara süslü gösterilmişti, aslında insana süslü gösterilen şey onu kandırır, onlar da kendilerini böylelikle kandırmışlardı. Onları kanmaya sevkeden asıl amil gerçek bir bilgiden yoksun olarak “zanna göre” hareket etmeleriydi, bu şekilde hem Hz. Peygamberi ve Müslümanları kandırabileceklerini, hem savaş tehlikesinden kurtulabileceklerini zannetmişlerdi.
Oysa Allah elbette kalplerinde olanı biliyordu, bu meselenin bir yönüydü. İkinci yönü, eğer onlara Allah bir zarar veya yarar dileyecek olsa onu kim önleyebilirdi! Demek ki bu pozisyonda olanlar imanın, Allah’ın insan hayatı üzerindeki derin etkisinin tam bilincinde değillerdi ki hem zamirlerinde olanı açığa vurmuyor, hem savaştan kaçmak suretiyle kendilerini güvenceye alacaklarını düşünüyorlardı.
- ayetten bu yana kişilik profili tasvir edilenlerin bir başka özelliği ortaya çıkmaktadır: Referans aldıkları değer mal ve dünya sevgisi olduğundan ganimet ihtimalinin belirdiği durumlarda Müslümanlarla birlikte olma talebinde bulunurlar (3/Al-i İmran, 167). 15. ayetin tefsirinde tefsirciler Hudeybiye-Hayber seferi arasında bir bağlantıdan söz ederler ki, buna göre ilahi emre göre Hayberin fethiyle elde edilen ganimet sadece Hudeybiye’ye katılanlar arasında dağıtılacaktı. Bunlara Habeşistan’a hicret edilenler de bir istisna olarak ilave edilmiştir. Oysa Hudeybiye’ye katılmayanlar, anlaşmanın imzalanmasından 2 veya 5 ay sonra (Hicri 7. yıl) fethedilen Hayber seferine katılıp ganimete ortak olmak istediler. Sebebi açık: Hayber seferi kolay bir fetihti, ganimeti garantili idi. Bu talepleri reddedilmekte, öne sürecekleri birtakım gerekçelere –mesela bizi kıskanıyorsunuz türünden argümanlar- itibar edilmemesi istenmektedir. Bu da bize gösteriyor ki savaş er meydanında olur, haklı ve adil bir savaştan kaçmak onursuzluktur, büyük günahtır. (Bkz. 4/Nisa, 73 ve 141; 9/Tevbe, 83.) Neticesi ve maddi hasılası garantili savaşa katılmak marifet değildir, zaten ganimet, talan, sömürü ve yağma maksadıyla savaş çıkartmak, bu tür savaşlara katılmak İslam bakış açısından meşru değildir.
- ayet bedevilerin iddialarına karşılık onlara kendilerini kanıtlayabilecekleri, samimiyetlerini ortaya koyabilecekleri bir fırsatın pek yakında verileceğini haber vermektedir: İleride zorlu savaş olacak, güçlü ordularla karşı karşıya gelinecek, eğer Hudeybiye seferine katılmayanlar sahiden iddialarında samimi iseler bu savaştan kaçmasınlar. “Zorlu savaşçıları olan kavmin” Havazin ve Sakif kabileleri, Rumlar veya Farslar olduğu söylenmiştir. Söz konusu zorlu savaşçılarla iki tür ilişki olacaktır: Ya Müslüman olacak, İslam’ın siyasi hâkimiyetine teslim olacaklar veya onlarla savaş göze alınacak. Bu ifade “Arap yarımadasında yaşayan müşrikler” veya “irtidat edenler”le ilgili olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir.
İşte bunlara karşı savaşa katılanlar, samimiyetle çarpışanlar Yüce Allah’ın kendileri için takdir ettiği ecre nail olacaklardır. Ancak yine sırt çevirecek, yani savaştan kaçacak olurlarsa kaçanlar için acıklı bir azap hazırlanmıştır, bunu bilmeleri gerekir.
Belirtmek gerekir ki savaş toplu bir seferberliktir. Özellikle modern zamanlarda doğrudan şehirler hedef alınmakta, yerleşim birimlerinin altyapıları ve diğer hayat alanları tahrip edilmektedir. Toplumun tamamını ilgilendiren savaş, herkesi yakından etkiler. Savaşa belki sadece erkekler veya bir mesleğin özel eğitimini almış kadınlar da katılır. Ama yaşlılar, kadınlar, çocuklar, engelliler, sivil erkekler, gayrimüslim din adamları savaşa katılmasa da savaştan etkilenir. Herkes kendine düşen payı alır.
Öyle olsa da savaş, savaşabilecek durumda, formasyon ve güçte olanların işidir. Kur’an, bariz engeli, özrü, sakatlık ve hastalığı olanları savaştan muaf tutmaktadır. İbn-i Abbas’a göre 17. ayet, bundan önceki 16. ayette işaret edilen buyruğa muhatap olan kötürümler Hz. Peygamber (s.a.)’e gidip “Bizim durumumuz ne olacak, biz savaşa çıkabilecek durumda değiliz” diye sorunca inmiştir. Önemli olan içten, samimiyetle Allah’a ve elçisine itaat etmektir. Mesela ayette sayılanların körün, kötürümün, hastanın geçerli mazereti olmasaydı tereddütsüz savaşa katılır, emir yerine getirirdi (4/Nisa, 96). Kim ilahi emirleri samimiyetle yerine getirirse cennete gider, isyan eden ise cehennem azabına müstahak olur.
Denir ki, Halid bin Velid, ölmeden birkaç dakika önce, kendisini elinde kılıç yataktan ayağa kaldırmalarını istemiş ve demiş ki: “Bana yatakta ölmek yakışmaz, ben hep savaşlarda Allah yolunda şehit olmayı umdum.” Bu cümleyi sarfettikten hemen sonra vefat etmiş.
Bugün İslam dünyasında Gazzeliler ve onların cihadına fiilen katılanlar Halid bin Velid gibi savaştılar, ağır bedeller ödediler ve onbinlercesi şehid oldu. Kimileri ise korktu, kimileri konforunun kaybını göze alamadı, kimileri de Gazze’ye silah, mühimmat ve lojistik desteğin gittiği koridoru kesip “Bizim İsrail’le düşmanımız aynı” dedi.
Tarihin dinamiklerinde rol oynayan faktörler aynıdır, şahıslar ve hikayeler değişir. Ha 630 yılı Tebük seferi sırasındaki Medine, ha 1395 yıl sonra 2025-Gazze seferine katılmamak için bahaneler üreten Müslüman dünya. Tarih tekerrür eder, durur!