Selatin camileri sever misiniz? Hemen söyleyeyim, ben severim.
İhtişam karşısında hepimizin zaafı var.
Bir mimari zevk. Mabedin insana verdiği huzur. O mimariyi vücuda getiren ustalık, zekâ, bilgi, matematik, fizik, geometri, teknoloji, zenginlik hepimizi heyecanlandırıyor.
Zamanla yine aynı mimari inceliği ihtiva eden güzel bina edilmiş ama küçük camileri daha çok sevmeye başladım.
Üsküdar’daki Şemsi Paşa Camii’ni görmüşsünüzdür.
Küçük camileri sevmenin mahiyetini yani nasıl bir şey olduğunu anlamak için şiirin yardımına müracaat edebiliriz.
Necat Çavuş’un Anıt Öpüşler şiirini hatırlayalım.
“Mimar Sinan Kostantiniyye’yi en güzel yerinden/Tutup öpmüş öpmüş İstanbul yapmıştır/Belki bir Şehzâdebaşı’da belki Süleymaniye’de/Bir öpüş rüzgâra karşı çınar/Bir öpüş çağlara karşı simya”
“Bir öpüş müziğin gül açımı/Bir öpüş denizin içindeki ses/Ya Üsküdar’daki Şemsipaşa/Tanrım o ne öpücüktür, belki de/İstanbul hiç böyle öpülmemiştir”
Başka tarife lüzum var mı?
Bence yok.
Padişahların, vezirlerin, paşaların, sultanların (yani padişah annelerinin, kızlarının, bacılarının) yaptırdıkları camiler güzel olmasına güzel, ama sonuçta devletin gücüyle, parasıyla yaptırılmış camiler.
Bir de kendi halinde mahallelerin içinde, sokak arasında esnafın ya da eşraftan insanların inşa ettirdikleri daha mütevazı daha sükunetli camiler, mescitler var. (Mesela Ankara’daki Hamamönü civarı böyle şirin camilerin müzesi gibidir.)
Bir gün, arkadaşım Mehmet Ali Tekin’le birlikte Sadrettin Yüksel Hoca’nın evine giderken Mehmet Ali eliyle işaret edip “Bak, bu Sanki Yedim Camii” demişti.
(Mehmet Ali de Sadrettin Hoca da ahirete göçtü. İkisine de rahmet olsun.)
Hikayesini de anlattı.
17. yüzyılda yani 1600’lü yıllarda Esnaftan bir zat kazandığı paranın bir kısmını “sanki yedim” diyerek kenara koymuş.
Kim bu zat?
Bilmiyoruz. İki tane isim geçiyor. Keçecizade Hayreddin Efendi ve Adanalı Şakir Efendi.
Hangisiyse…
Yıllarca (20 yıl diyenler var) az harcayarak, tasarruf ederek para biriktirmiş, biriktirdiği parayla Fatih’in ara sokaklarında bir cami inşa etmiş.
Cami İstanbul’un yangınlarından birinde yanmış. Sonraları 1959’da yerine betondan bir cami yapılmış.
(Biz beton çağına girdiğimiz için daha çok betondan camiler inşa edebiliyoruz.)
Mimari bir değeri yok ama hikayesi selatin camilerin hikayesinden daha güzel.
Hikayesi güzel olan camilerden biri de Topkapı sur dışındaki Takkeci İbrahim Ağa Camii.
İbrahim Ağa geçimini takke imalatından kazanıyor. Bir cami inşa etmeyi çok istiyor ama parası yok.
Birkaç kez rüyasına bir adam giriyor. “Bağdat’a git, filan yerdeki asmada birkaç üzüm kısmetin var, onu ye, gel.”
İbrahim Ağa üşenmiyor, aylar sürecek seyahati göze alarak Bağdat’a gidiyor. Rüyasında gördüğü adamın tarif ettiği yere varıyor, bir aşçı dükkanının peykesine oturuyor. Asmayı da buluyor, birkaç üzüm alıp yiyor.
Bir ihtiyar İbrahim Ağa’ya yaklaşıyor. Selam kelamdan sonra Bağdat’a ne maslahat için geldiğini soruyor. İbrahim Ağa rüyasını anlatıyor. Kısmeti olan üzümü yemek için Bağdat’a geldiğini söylüyor.
İhtiyar İbrahim Ağa’nın birkaç üzüm tanesi için Bağdat’a kadar gelmesini yadırgıyor.
“Benim rüyama da biri giriyor” diyor ihtiyar. “Bana diyor ki İstanbul’da Topkapı’da Takkeci İbrahim’in odunluğunun altında üç küp altın var. Git, al. Ben gitmiyorum. Sen üç tane üzüm için gelmişsin.”
Tahmin edileceği gibi, İbrahim Ağa İstanbul’a dönüp odunluğunun altındaki altınları buluyor ve
Takkeci İbrahim Ağa Camii’ni yaptırıyor.
Hikâye gerçek olmasa bile güzel.
Cami de güzel.
Ben bu cami mevzularına niçin girdim?
İnsanlar, iş adamları, devlet adamları sultanlar, vezirler (bakanlar) geçmişte camiler yaptırmışlar, şimdi de yaptırıyorlar.
Hangi saikle yaptırıyorlar? Hani parayla yaptırıyorlar?
Bunun üzerinde durmak istedim.
Konuya biradan girmiş oldum.
Çalışıyorum. Devam edeceğim.