Neden ve nasıl değişim?

Mustafa Çağrıcı

İslam’ın ortaya çıktığı 7. yüzyıldan başlamak üzere, Müslüman dünya ve sonraları Osmanlı, inişli-çıkışlı da olsa, parlak bir dönem yaşadı. Fakat Batı’da 16. yüzyıldan itibaren bilimsel alanda yeşermeye başlayan, arkasında eleştirel düşüncenin bulunduğu insan odaklı büyük değişim ve dönüşümü Müslüman dünya keşfedemedi; keşfedileni de zamanında fark edip izleyemedi. Bunun sonucu olarak 18. yüzyılın ikinci yarasında İngiltere’de başlayan ve kısa zamanda bütün Avrupa’ya ve ABD’ye taşan sanayi ve endüstri devriminin farkında olamadı. Onun için de zamanın ruhuna uygun düşecek, çağın taleplerini karşılayacak şekilde devletini ve toplumunu dönüştüremedi.

Batı’da bilimsel düşünce –doğal olarak- aydınların eseriydi. Batı’daki ‘aydın’ın bizdeki karşılığı ‘ulema’, Oradaki ‘üniversite’nin bizdeki karşılığı ‘medrese’ idi. Batı’da aydın, felsefe, bilim ve sanayi devriminin yanında, kendi kültürleriyle uyuşan bir ahlak (ağırlıklı olarak kapitalist ve sömürü ahlakı) üretti; ulema ise bilimsel gelişmenin önünü açan bir felsefe geliştiremediği gibi o zamanlarda Batı’dakinden daha ileride olan felsefeyle meşgul olmayı da dinden çıkma ile bir tuttu.

Ulemanın, temel dinî kaynaklarımızda ve dinî mirasımızın özünde var olan insanî ve ahlâkî içeriği keşfetmeleri, dinî metinleri kendi çağının ihtiyaçlarına göre kavramaları gerekirdi. Fakat ulema, metnin insanî ve ahlâkî özünü göz ardı edip zahirine sarılarak koyu bir muhafazakârlığın içine düştü ve bir daha da buradan çıkamadı; gelenek mirası olarak elinde ne varsa hepsini dogma haline getirdi. Bunlarla uyuşmadığını, onlara zarar vereceğini vehmettiği, insan amaçlı her türlü yenilik ve değişimi de reddetti.

***

Böylece geldiğimiz noktadaki olumsuz durumların ana nedenlerinin başında ‘din’ kavrayışımız ve tasavvurumuz geldiği halde, gerek ülkemizde gerekse diğer Müslüman ülkelerde sorunların bu tarafını gören ve gösteren analitik çalışmalar yapılamıyor. Bu yöndeki nadir sesler, siyaset dünyasıyla ilişkilerini her zaman güçlü tutan gelenekçi-şekilci-muhafazakâr çevrelerce anında boğuluyor.

Öte yandan, özellikle Hıristiyan din ve siyaset aktörleri, dinî, siyasal, ekonomik vb. pragmatik amaçlarla İslam’ın itibarsızlaştırılması için geçmişte sergiledikleri faaliyetleri kesintisiz sürdürdülerse de 1900’lü yılların son çeyreğine kadar önemli bir başarı elde edemediler. Müslüman toplumlar tarihî rakipleri karşısında yukarıda özetlenen nedenlerle içine düştükleri kuşatmadan kurtulmak için bilimi ve küresel insanî–ahlâkî değerleri önceleyen rasyonel bir değişim ve yenileşme yoluna girmediler. Özellikle son 30-40 yılda bazı Müslüman gruplar, ortamını Batılıların hazırladığı tuzağa düşüp şiddet eylemlerine giriştiler. Bu da doğduğundan beri İslam’ın imajını karalamak isteyenlere Müslümanların elleriyle imkân ve fırsatlar sağladı.

***

Yukarıda anlattığım hikâyenin özeti, ‘zihinsel donmuşluk’tur. Fakat zihinler donsa da dünya ve hayat donmuyor. Biz de donmuyoruz, tersine değişiyoruz. Önemli olan değişimi yönetmektir; değişimin nesnesi değil özesi olmaktır. Değişimin öznesi olan bireyler ve toplumlar ‘zorunluluğun bilinci’ne varırlar ve değişimi yönetirler. İslâmî terminolojideki “sünnetullah” veya “âdetullah”ın yasaları hükmünce olgular dünyası sürekli değiştir. Dinin Allah’a özgü olan iman ve ibadet ile (adalet, hakkaniyet, dürüstlük, güvenilirlik gibi) ahlak ilkeleri değişmez; fakat dinin değişene (yani hepsi de değişim yasasına tabi olan zamana, tarihe, insana, topluma…) bakan tarafı değişir.

Bu değişmezlerin ve değişirlerin bilincinde olursanız, değişimin öznesi siz olacağınız için sorunlara hem ilâhî ilke ve yasalara hem kültür ve medeniyetinize hem de kendi talep ve ihtiyaçlarınıza uygun çözümler üretir, her bakımdan gelişirsiniz. Değişimi reddederseniz, ilâhî yasa gereğince yine değişirsiniz ama bu kez değişimin nesnesi olacağınız için aslında değişimi yönetenlerin (mesela emperyalist güçlerin) iradesine göre değiştirilirsiniz. 220 küsur yıl önce Napolyon’un Mısır için açıkladığı değişim ile kısa zaman önce Macron’un “Fransız İslam”ı derken kastettiği değişim mahiyet itibariyle aynıdır ve bunun nedeni o günkü Osmanlı Mısır’ının da bugünkü Müslüman dünyanın da kendi değişim ve yenilenmesini kendisinin gerçekleştirememiş olmasıdır.