Modernlik, gelenek ve Türkiye’nin zihinsel coğrafyası

Doğu Ergil

“Modern olmak, zamanı anlamak değil, zamanı yeniden kurmaktır.”
— Jürgen Habermas

Modernlik, insanın hem evreni hem de kendini anlama biçiminde yaşadığı köklü bir devrimdir. Rönesans’la başlayan, Aydınlanma ile olgunlaşan bu süreçte insan; doğa yasalarını çözmeye, toplumsal düzeni aklın ilkelerine göre yorumlamaya ve yeniden düzenlemeye yönelmiştir.

Bu süreç sonucunda, kutsal düzen anlayışı yerini rasyonel düzen anlayışına; kader, yerini sorumluluğa; dogma, yerini eleştiriye bıraktı. Bu açıdan bakınca modernlik yalnızca bir tarihsel dönem değil, bir zihniyet devrimidir — yani insanın otoriteden özgürleşip kendi aklıyla düşünmeye başlamasıdır.

“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama hâlinden kurtulmasıdır.”
— Immanuel Kant

Modern birey artık ne kilisenin ne de geleneğin sözcüsüdür; kendi aklının keşfettiği yasalarla yaşamak ister. Ancak bu özgürlük beraberinde bir kriz getirir: Tanrısız kalan insan, anlamın yükünü artık kendisi taşımak zorundadır.

Modernlik: Bitmemiş Bir Proje

Habermas’a göre modernlik, tamamlanmış bir dönem değil, “bitmemiş bir proje”dir. Çünkü modernlik sadece teknolojik ilerleme değil, aklın kamusal alanda ve eleştirel biçimde işletilmesiyle ilgilidir.

Max Weber bu durumu “büyünün bozulması” (Entzauberung) kavramıyla anlatır. Modern insan doğayı anlamış, ama artık onunla ruhsal bir bağ kuramaz hâle gelmiştir. Akıl, kurtuluşun değil, teknik bir araç hâline gelerek düzenin hizmetine girmiştir.

Yani modern toplumlar, aklın özgürleştirici özelliğinden çok araçsal (teknik) yönünü öne çıkararak kendi krizlerini üretmişlerdir. Modernlik böylece iki yüzlü bir mirasa dönüşmüştür: Bir yanda özgürlük, bireycilik, bilim; diğer yanda yabancılaşma, bürokrasi, yalnızlık.

Gelenek ve Modernlik Arasında Türkiye

Türkiye modernlikle tanıştığında Batı, kendi modernliğinin modalitesini çoktan sorgulamaya başlamıştı.

Bu durum, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren “gecikmiş modernleşme” psikolojisini doğurdu. Modernlik bizde bir seçim değil, bir mecburiyet olarak yaşandı.

Cumhuriyet dönemi modernleşmeyi bir “toplumsal mühendislik” projesi olarak ele aldı: Eğitimden hukuka, dilden dine kadar her alanda rasyonelleşme hedeflendi. Ancak bu dönüşüm, toplumun içinden (alttan) değil, devlet aygıtı aracılığıyla (yukarıdan) geldi.

Cumhuriyet’in bütün reformları bir “yukarıdan devrim” olarak nitelendirilebilir. Şerif Mardin’e göre bu devlet önderliğindeki süreç, “merkez-çevre gerilimi”ni doğurdu: “Merkez” modernleşmeyi temsil ederken, “çevre” geleneksel kimliğini korumaya çalıştı; direnebildiği kadar direndi.

Sonuçta Türkiye’de modernlik, kurumsal olarak örgütlü ama kültürel olarak kırılgan bir yapı kazandı.

Laik hukuk, modern eğitim, ulusal kimlik gibi kurumlar oluşturuldu; ancak düşünce biçimleri, duygusal aidiyetler ve ahlaki değerler alanında gelenek etkisini korudu.

“Bizde modernlik bir gömlektir; giyilir ama deriye işlemez.”

Rasyonalite ve Aidiyet Gerilimi

Modernlik bireyi özgürleştirir ama aynı zamanda onu yalnızlaştırır. Bu yalnızlık, özellikle kolektif kimliklerin güçlü olduğu toplumlarda bir korku üretir: Birey olmak, kolektif (cemaat) aidiyetini kaybetmek anlamına gelir.

Türkiye’de bu korku, modernleşmeye karşı bir duygusal direnç yarattı. İnsanlar modern kurumları kabul etti ama modern kimliği içselleştirmedi. Bu yüzden hâlâ “modern vatandaş” değil, “modernleşmiş cemaat üyesi” olma eğilimi yaygındır.

Nietzsche’nin deyimiyle bu bir “sürü ahlakı”nın uzantısıdır: İnsanlar kendi düşüncelerinden çok grubun onayına göre yaşar. Bireysel özerklik değil, kolektif aidiyetin “sıcaklığı” ve teskin edici koruyuculuğu tercih edilir.

“Bizde modern insan hâlâ kalabalığın içinde huzur arar; çünkü yalnız düşünmek cesaret ister.”

Modernliğin Türkiye’deki Krizi: Biçim ve Ruh Arasındaki Uçurum

Bugün Türkiye’nin krizi, modernliğin kurumlarıyla geleneksel bilincin huzursuz birlikte yaşamasından doğar.

Bir yanda anayasa, laik hukuk, şehir yaşamı gibi modern yaşam biçimleri; öte yanda otoriter siyaset, kutsallaştırılmış liderler, cemaat dayanışması ve değerleri gibi geleneksel yapılar…

Bu çelişki gündelik hayatta da hissedilir:

Eğitim moderndir ama düşünce ezbercidir.
Teknolojiye önem verilir ama eleştiri kültürü zayıftır.
Demokrasinin kurumları vardır ama yurttaşlık bilinci eksiktir.

Bu nedenle Türkiye ne tam geleneksel ne de tam moderndir. “Geçiş dönemi” bir türlü sonlanmamıştır.

Başka bir deyişle Türkiye, “mekte” ya da “makta” olan bir toplumdur — bu bir geçiş hâli ve bilincidir.

“Türkiye’nin modernliği, ruhsuz bir hızla, yönsüz bir ilerlemedir.”

Yeni Bir Modernlik Arayışı: Kendi Zihinsel Coğrafyamızı Kurmak

Türkiye’nin önündeki görev artık Batı’yı kopyalamak değil, kendi modernliğini üretmektir.
Bu da ne gelenekten kopmak ne de ona teslim olmaktır; iki dünyanın dilini konuşabilen bir eleştirel sentez kurmaktır.

Gerçek modernlik, devletin değil bireyin inisiyatifiyle ateşlenen toplumsal dinamiğin; taklidin değil içselleştirmenin ürünü olmalıdır.

Bu yalnızca ekonomik ya da teknolojik değil, kültürel bir devrimdir.

Eleştirel düşünceyi, etik sorumluluğu, bireysel cesareti ve girişimciliği merkeze alan bir bilinç dönüşümüne ihtiyaç vardır.

Ancak bu sürece öncülük edecek toplumsal elitin rolü çok önemlidir. Modern değerleri ve kurumları ne ölçüde içselleştirdikleri, savundukları geleneksel değer ve kurumlarla ne oranda sağlıklı sentezler kurabildikleri bu dönüşümün başarısının ölçüsü olacaktır.

Türkiye geleneği koruma adına çok vakit kaybetmiştir.

“Yukarıdan devrime” gösterilen direnç, aşağıdan kendine özgü bir devrim hareketine yol açmamıştır. Çünkü gelenekte ısrar eden siyasal olarak etkin gruplar, cemaatçiliği aşan ve toplumun tümünü kucaklayan hareketler başlatamamışlardır.

“Modernlik, aklın değil, vicdanın da olgunlaşmasıdır.”

Türkiye Artık Modernlikle Barışmalı

Türkiye, modernliğin biçimlerini giyinmiş ama özünü hâlâ arayan bir ülkedir.

Bu hem bir eksikliktir hem de bir potansiyeldir. Çünkü modernlik bir “varış noktası” değil, sürekli yeniden tanımlanan bir yolculuktur.

Gerçek modernleşme artık Batı’nın taklidi değil, “çağdaş uygarlık” olarak oluşan envantere uygun bir uyum ve ilerleme biçimi bulmaktır.

Bu da akılla geleneği, bireyle toplumu, maddî ilerlemeyle anlamı yeniden buluşturmakla mümkündür.

“Modern olmak, kendi zamanını eleştirebilmektir.”
— Charles Baudelaire