Mısır halkının özgür iradesiyle seçtiği ilk cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin 3 Temmuz 2013’te General Abdülfettah Sisi tarafından düzenlenen askeri darbeyle görevden alınmasının üzerinden 12 yıl geçti. Bu darbe, yalnızca bir yönetimin devrilmesi değil, aynı zamanda Mısır halkının devrimle elde ettiği siyasi kazanımların gasp edilmesi, halkın iradesine silahla karşı konulmasıydı.
Darbe sonrası kurulan Sisi cuntasının meşruiyeti, güya düzenlenen seçimlerle halkın onayına sunulmuş gibi gösterildi. Ancak bu seçimlerin gerçek amacı halkın iradesine başvurmak değil, gayrimeşru bir yönetimi kılıfına uydurarak meşrulaştırmaktı. Zaten halk da bu oyunun farkındaydı; sandık başına gitmeyerek boykot etti. Yapılan seçimlere katılım oranı yüzde 15’in altında kaldı. Bu bile, cuntanın dayattığı düzenin halk nezdinde hiçbir karşılık bulmadığını açıkça ortaya koyuyordu.
Sisi yönetimi, iktidarını sadece göstermelik seçimlerle değil, aynı zamanda baskı ve zorbalıkla pekiştirdi. Yüzlerce siyasi muhalif, hukuk dışı davalarla idam cezasına çarptırıldı; çoğunun infazı gerçekleştirildi. Cezaevlerinde sistematik işkenceler, kayıplar, yargısız infazlar, basına yönelik sansür ve insan hakları ihlalleri artarak devam etti. Bu süreçte hayatını kaybedenlerden biri de bizzat halk tarafından seçilmiş cumhurbaşkanı Muhammed Mursi oldu. Cuntanın yargı mekanizmasını tanımadığını yüksek sesle haykıran Mursi, hakim karşısında ifadeye çıkarıldığı sırada fenalaşarak hayatını kaybetti.
Uluslararası güçlerin bu darbeye sessiz kalmaları ya da dolaylı destek vermeleri ise demokrasi ve insan hakları söylemlerinin ne kadar ikiyüzlü ve çıkar odaklı olduğunu bir kez daha kanıtladı. Batılı ülkeler, demokrasiye aykırı bu girişime karşı durmak bir yana, Sisi yönetimiyle siyasi ve ekonomik ilişkilerini derinleştirdi. Çünkü Sisi rejimi, bölgesel politikalarıyla başta siyonist işgal rejiminin güvenliği olmak üzere birçok emperyalist çıkarın koruyucusu olarak görüldü. Son dönemde Refah Sınır Kapısı’nı zorlamak ve Gazze’ye uygulanan insanlık dışı ablukayı kırmak amacıyla 32 farklı ülkeden Mısır’a toplanan aktivistlere yönelik muameleler de Sisi’nin aslında siyonist işgale yönelebilecek tehditler karşısında onu himaye etme ve kapı bekçiliği yapma karşılığında Batı emperyalizminin desteğini elde ettiğini gözler önüne serdi. Gazze’nin kapılarının açılması için insanî görevlerini yerine getirmek amacıyla Mısır’da buluşan gönüllüler Sisi’nin eşkıyaları tarafından yerlerde sürüklenerek gözaltına alındı.
Mısır’da darbenin arkasında sadece yerel aktörler değil, aynı zamanda Körfez’deki dikta rejimleri de yer aldı. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, cunta rejimine büyük mali destek sağladı. Sadece Mısır’da değil, tüm Arap coğrafyasında halk hareketlerine karşı bir hat inşa etti. Mısır’da bu süreçte çıkarılan kargaşaya “Baltacı fitnesi” adı verildi ve halkın seçtiği yönetimin zayıflatılması, ardından devrilmesi bu senaryonun bir parçasıydı.
Türkiye halkı, Sisi darbesine karşı en güçlü tepkiyi gösteren kitlelerden biri oldu. İstanbul başta olmak üzere birçok şehirde protestolar, dayanışma etkinlikleri ve farkındalık kampanyaları düzenlendi. Bu yıl Sisi darbesinin yıl dönümü büyük ölçüde Gazze’deki soykırım ve vahşetin gölgesinde kaldı. Ancak unutmamak gerekir ki ABD-siyonist işgal ittifakının bu soykırım savaşını sürdürebilmesi Mısır’da Sisi cuntasının siyasi otoritesini sürdürebilmesi sayesindedir. Halk iradesini temsil eden bir sivil yönetim iş başında olsaydı bu savaşa cesaret etmeleri, etseler bile bu kadar uzatmaları mümkün değildi.
Sonuç olarak, Mısır’daki 3 Temmuz askeri darbesi sadece bir yönetim değişikliği değil, halk iradesine vurulmuş bir darbedir. Bu darbe, küresel çıkar odaklarının desteğiyle halkların özgürlük mücadelesine karşı gerçekleştirilen bir karşı devrimdir. Bugün hâlâ zulme karşı duran seslerin çıkması, en azından zalimlerin karşısında susmayan bir vicdanın varlığını ortaya koymak açısından oldukça önemlidir.