Hukuk sisteminin en önemli ve hassas konularından biri olan miras gelişi güzel taksime, taksimde takip edilecek kurallar mirasta pay sahibi kimselerin inisiyatifine de bırakılmaz, öyle olacak olsa kardeşler, yakınlar arasında muazzam anlaşmazlıklar, çatışmalar çıkabilir.
Önceki yazılarda anne karnındaki ceninin dahi mirasta pay sahibi kılındığını belirtmiştik. Yakın uzak çocuklar mirasta pay sahibidir, ölen kişinin karısı hamile ise karnındaki bebek de canlı doğması halinde mirasta pay sahibi kabul edilir, ölü doğarsa pay almaz. Doğduktan sonra ağlar da arkasından ölürse, yine mirastan pay alır, bu Şer’i hükümdür. (Muhammed Ratıp en Nablısi, Tefsiru’n Nablısi, 1438/2017-Amman, III, 44.)
Netice itibariyle varisler miras haklarından yoksun bırakılamaz. Bu kesin olarak yasaklanmıştır. Geride bıraktıklarımızdan hoşlanalım veya hoşlanmayalım miras haklarına Allah ve Resulü’nün gösterdiği şekilde riayet etmekle yükümlüyüz. Haksız yere çocukları kayırmak, aralarında ayırımlar yapmak, hileli yollara veya satışlara başvurmak günahtır. Birini, mirasına erken konmak üzere öldüren, mirasın tümünden mahrum edilir.
“Babalarınız, oğullarınız, siz onların hangilerinin yarar bakımından size daha yakın olduğunu bilmezsiniz. (Bunlar) Allah’tan bir farzdır. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibi olandır” (4/11). Ayet kimin bize daha yararlı olacağını bilemeyeceğimizi, bu yüzden ayrımcılık yapmaktan ve kayırmacılıktan kaçınmamız gerektiğini emretmektedir. Bu hükümler Allah’ın koyduğu hükümlerdir, keyfi veya ihtiyari değil, farzdır. Hikmetleri sayısızdır, hikmetlerini araştırıp bulmaya çalışırız ama hikmetlerinin tümünü ihata edemeyebiliriz.
Şu halde çok tartışılan “kadına bir, erkeğe iki hisse” konusunda şu hususların altını çizebiliriz:
a) Bu mutlak bir bölüşüm değildir. Erkeğe iki, kadına bir hisse, kadının aynı ana-babanın çocuğu olarak erkek kardeşiyle birlikte mirasçı olması durumuyla ilgilidir. Ölenin sadece kız çocukları varsa ve sayıları da ikiden fazla ise, mirasın 2/3’ü kızların olur. Tek bir kız çocuğu söz konusuysa mirasın yarısı onundur. Çocukları olan birinin vefat etmesi durumunda, geride anne-babası hayatta ise, her birine mirastan 1/6 hisse düşer. Ölenin çocukları yoksa anne-babanın her birine 1/3 hisse düşer; ölenin kardeşleri varsa annesine 1/6 hisse düşer. Ölen koca, çocuk bırakmamışsa eşine mirasın ¼’ü düşer. Bu örnekleri uzatmak mümkündür. Burada dikkat edilmesi gereken, geride kalan şahıslara göre kadına verilecek hissenin değişmesidir.
b) Miras paylaşımı toplumsal rol ve konumlarca belirlenen ihtiyaçlara göre ve adaleti tesis etmek üzere düzenlenmiştir. Açıkça ifade etmek gerekirse, İslam dini kadının iktisadi hayata aktif olarak katılımını engelleyen açık hükümler koymamışsa da, vaz’ettiği hükümlerinin ana karakteristiğine bakıldığında, genel seviyedeki tercihinin kadının onu evden tamamen koparacak iktisadi hayata mesafeli katılımı, asıl rol ve görevinin annelik ve evin yönetimi ile sosyo-kültürel sivil faaliyetler yönünde şekillendiğini söylemek mümkün. Bu, ailenin, toplumun ve genel olarak insan türünün varlığını devam ettirmesi açısından bir tercih, hatta bir öğüt ve tavsiyedir. Böyle olunca kadının geçimi/nafakası, güvenliği, sağlığı ve diğer sorumlulukları için gerekli olan mali harcamalar erkeğe yüklenmiştir. Erkek hem kendi, hem eşi ve çocuklarının geçimlerini temin etmek durumundadır. Dahası erkeğin muhtaç durumda olan anne ve babası veya kız kardeşleri varsa, onların da geçimleriyle ilgilenmek durumundadır. Evlendiğinde eşine mehir verir, çeşitli hediyeler alır, düğün masraflarını yapar. Kız tarafı masraflara katılmak zorunda değildir. Yörelerin değişen adet ve cari teamüllere göre, yeni kurulacak eve alınacak eşyada kız atarafı da katılmak durumunda kalabilir. Ancak mali sorumluluğun tamamiyle erkeğe ait olduğu durumlarda evlilik hayatı sürerken de, kadının şu veya bu yoldan bir geliri varsa, geliri ona aittir, eve veya kocasına harcama yapmak zorunda değildir. Dilerse malını artırmak için çalıştırır, çeşitli yatırımlarda değerlendirir. Mirasın eşit paylaşımı durumunda adalet terazisi erkeğin aleyhine ve dolayısıyla aslında geçindirmekle yükümlü olduğu aile fertleri ile diğer yakınlarının aleyhine işlemiş olur: Nimetler külfete göredir. (Bkz. 4/32.)
c) “Eşlerinizin, eğer çocukları yoksa geride bıraktıklarının yarısı sizindir. Şayet çocukları varsa, -onunla yapacakları vasiyetten ya da (ayıracakları) borçtan sonra- bu durumda bıraktıklarının dörtte biri sizindir.” Erkek gibi kadına da borç ve vasiyet hakkı tanınmış olması, duruma ve tercihe göre onun iktisadi hayata katılımının bir parçası ve gereği olduğunu göstermektedir. Roma hukukunda kadın “sivil ölü” kabul edilmiştir. 20. yüzyıla kadar Batı dünyasında da kadının mülkiyet hakkı tanınmamış, iktisadi hayattaki durumu sömürü esasına göre sürmüş, mesela erkekle aynı işte çalıştığı halde yarım ücret almak suretiyle ciddi sorunlar yaşamıştır.
d) Yukarıda zikredildiği üzere İslam bakış açısından kadının iktisadi hayata aktif katılımını engelleyen açık ve somut hükümler yoktur. Zaruri hallerde ise katılımı gerekli olmaktadır. Ancak erkeğin kadının ve ailenin geçiminden sorumlu tutulması İslam’ın yasaklamadığı geleneksel bir tercihidir, başka deyişle amir bir hüküm ve değişemez bir statü değil sürüp giden örfe bir referans, bir öğüt ve tavsiyedir; dolayısıyla erkeğin mali/iktisadi sorumlulukları çok daha fazladır. Nitekim her ne kadar bugün kadın daha artan hız ve oranda iktisadi hayata katılıp erkek gibi sorumluluklar üstleniyorsa da, dünyanın büyük bir bölümünde beşeriyetin binlerce yıldır süren örfüne uygun olarak erkek hala sorumlulukların büyük ve ağır bölümlerini üstlenmeye devam etmektedir.
e) İktisadi faktör dışında, başka sosyal ve psikolojik faktörlerin intaç ettiği sorumluluklar da vardır ki, hepsi bir arada düşünüldüğünde, İslam’ın öngördüğü bu paylaşım, aslında iki cins arasında sevgi, dayanışma ve yardımlaşma duygularını daha da arttırmaya matftur. Aksi halde erkek ile kadın çetin rekabetlere girişir, birbirlerine husumetler beslemeye başlar, her biri kendi özerkliğini ilan eder, böylelikle birbirlerinin “öteki ben”i olmaktan çıkmaya başlarlar ki modern toplumda gözlenen trajik gelişme budur. Bu çerçevede Üstad Said Nursi “Bu hüküm mutlak adalet olduğu gibi merhametin ta kendisidir” demektedir.
13 ve 14. ayetlerde mirasla ilgili konulan bu hükümlerin Allah’ın tayin ettiği sınırlar (Hududullah) olduğu belirtilir ve bunlara uyulması emredilir. Sınırlar, miras taksiminde adaleti, aile fertlerinin iktisadi güvenliğini ve genel olarak toplumsal refahı sağlamaya matuf olarak konulmuşlardır. Sınır vaz’ının yöneldiği “maksat” budur. Allah, abesle iştigal etmediğine ve sebepsiz, hikmetsiz hüküm vaz’etmeyeceğine göre, oranların fonksiyonu maksada hizmet etmekt içindir.
Allah’tan sonra Resul’ün zikredilmesi sebebi, bu ve başka konularda Allah’ın vaz’ettiği hükümlere ve bu hükümlerin hayatta nasıl tatbik edildiğini gösteren Hz. Peygamber (s.a.)’e uymanın keyfi veya ihtiyari olmadığını özellikle belirtmek içindir. Tabii ki hükümleri Allah vaz’eder, hükümlerin nasıl uygulanacağını pratikte Hz. Peygamber gösterir. Bu çerçevede Allah’a ve Resulü’ne uymak sonuç itibariyle dinin tamamına uymaktır. Peygamber kendi heva ve hevesinden hüküm koymaz, koyduğu hükümler Kur’an’a aykırı olmaz; içtihadında veya kararlarında hata olacak olsa vahiy tarafından uyarılır, düzeltilir. Burada temel sorun, neyin sahih sünnet olup olmadığının dikkatli biçimde araştırılıp tespit edilmesidir.
Buraya kadar problem yoktur, problem kadının doğru veya yanlış reel durumda, bi’l-fiil sosyal ve ekonomik faaliyete, üretime katıldığı, katılmak zorunda bırakıldığı “modern durum”da 2 hisseye 1 hisse taksiminin hükmün maksadına, dolayısıyla Yasa Koyucu’nun (Şari’) muradına ne derece uygun düşüp düşmediğinin kritik edilmesidir.
İslami nizamın olmadığı bir toplumda, kadın Şari’in maksadına güvence altına alınması için İslami nizamın kurulmasını mı bekleyecek, yoksa reel/verili durumda ala kadari’l imkan (imkanlar nispetinde) İslami hükümleri maksatlarına uygun hayatında tatbik etmeye mi çalışacak? Ya bütünüyle İslam veya bütünüyle cahili mi, yoksa cahiliye içinde de imkanlar nispetinde İslami amel ve elden geldiğince İslami pratikler için imkan ve şartların arttırılması ve genişletilmesi için cehd ve mücahade yolu mu tutulacak? Bu soruya alimlerimizin ve fakihlerimizin vereceği cevap mirasın taksimi yanında bir çok soruna da açıklık getirecektir.
Benim benimseyip takip ettiğim usule göre konu tarihselcilik değildir, geleneksel usulde kabul görmüş Makasıdu’ş Şeria olup bu usulü İmam Cüveyni’den el Mustasfa sahibi İmam Gazzali’ye, Muvafakat’ın sahibi İmam Şatıbi’ye kadar çok sayıda muteber alim ve fakih kullanmıştır; illeti hükmün anlaşılmasında belirleyici faktör kabul etmeyen parçacı-tikelci usul, zaman içinde karşı karşıya geldiğimiz sorunların hiçbirini çözmeye yetmiyor, yetmeyince müslümanların bir bölümü dini hükümleri ve rükunları taabbudi olan ibadetlere ve kıssa anlatımlarına indirgeyip muamelatı ve ukubatı (somut pratikleri/salih ameli) hayatlarından çıkarıp farkında olmaksızın laikleşip-sekülerleşiyor, bir kısmı da bazı tarihselcilerin de etkisinde dinden çıkıp deistleşiyorlar.
Konuyla ilgili son yazıda eleştirilere cevap vermeye çalışacağım, inaallah.