İsrail’in 13 Haziran’da elinde nükleer silah var diye saldırmasından “savaş ve nükleer silahlar” ya da Müslümanların “kitle imha silahı kullanıp kullanmayacakları” konusu gündeme gelmiş oldu. Başından beri İmam Humeyni, kitle imha silahların kullanılmasına cevaz edmedi, ne zaman ki Saddam Hüseyin, İran’ın belli başlı birkaç şehrine nükleer başlıklı füze saldırısında bulunacağı haberi alınınca, konvansiyonel silahlarla galip gelmesi neredeyse kesin olan İran, ateş-kes kabul etmek zorunda kaldı. Açık İsrail tehdidine ve saldırılarına rağmen Velayet-i Fakih konumunda olan Seyyid d Ali Hameney hala nükleer silah üretimine soğuk bakıyor, bu konu İran içinde önemli tartışmalara yol açıyor.
Bu konunun sadece İran ve Pakistan’ı değil, biz Türkiye’yi ve diğer İslam ülkelerini de yakından ilgilendiriyor. Üzerinde kelam ve fıkıh zemininde etraflıca durma zarureti söz konusu. Ben de birkaç yazıda bu konuyu fıkhi içtihat yapabilecek alimlerimizin, fikir yürütebilecek düşünürlerimiz ve kanaat önderlerimizin nazarına vermenin faydalı, hatta zaruri olduğunu düşündüm.
Önce meşru bir savaşın hangi haklı gerekçelere dayandırılması gerektiğine kısaca bakmak gerekir. Şu ayetler bize doğru bir fikir verebilir:
“Ey imân edenler, (düşmanlarınıza karşı) tedbirinizi alın da savaşa bölük bölük çıkın ya da topluca çıkın. Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır. Şayet, size bir musibet isabet edecek olsa: “Doğrusu Allah, bana nimet verdi, çünkü onlarla birlikte olmadım” der. Eğer size Allah’tan bir fazl (zafer) isabet ederse, o zaman da sanki onunla aranızda hiçbir yakınlık yokmuş gibi kuşkusuz şöyle der; “Keşke onlarla birlikte olsaydım, böylece ben de büyük ‘kurtuluş ve mutluluğa’ erseydim. Öyleyse, dünya hayatına karşılık âhireti satın alanlar, Allah yolunda savaşsınlar; kim Allah yolunda savaşırken, öldürülür ya da galip gelirse ona büyük bir ecir vereceğiz.” (4/Nisa, 71)
Müslüman bakış açısından savaşın birincil gerekçesi Allah ve Resulü’nün emrettiği değerlerin ve bu değerlerin yaşatıldığı mekânın korunmasını hedefler ki, bu da Müslümanların yaşadığı yurtlarıdır. Demek ki, savaşı meşru kılan önemli sebeplerden biri budur. “Hıdre” korunma tedbiri demektir. Dışarıdan gelen veya gelmesi muhtemel bir saldırıya karşı tedbirin alınması savaş öncesi hazırlığı gerektirir. (Bkz. 8/Enfal, 15, 16 ve 61; 9/Tevbe, 11, 38-39 ve 122).
“Hıdre” kelimesinin geldiği veznin diğer kelimelerle ilişkisinden hareketle bunun “silahı ele almak, silahlanmak” olduğunu söylenebilir, bu böyle olmakla beraber savaş için başka tedbirlerin alınıp lojistik hazırlıkların yapılmasına engel teşkil etmez. “Savaşa bölük bölük veya topluca çıkın“ ifadesi, yeterli bir hazırlığın –silah tedariki, istihbarat, düşmanın gücü, hareket kabiliyeti, donanımı, taktiği, lojistiği vb. konularla ilgili bilgi- yapılmasından sonra duruma göre ve belki öncelikle küçük gruplar halinde hareket edilmesi gerektiği ima edilmektedir. Ya bazı durumlarda “küçük bir grup (bölük)” dahi düşmanın caydırılmasına, püskürtülmesine veya istenen gayenin tahakkukuna yetebilir. O zaman topyekûn savaş gerekmez. Ama durum öyle değilse o zaman topyekûn savaş, yani orduyu tam kapasite harekete geçirmek suretiyle savaşmak gerekir. Yine amaç koruma, caydırma, püskürtme, korkutma olduğu anlaşılmaktadır. “Nefir” ister küçük gruplar (bölük), ister topluca olsun, düşmanı korkutup caydırmak amacıyla harekete geçirilmesini ima eder. Bu da zaman zaman vur kaç usulü (gerilla tipi savaş şeklinde) olabilir. Hz. Peygamber (s.a.v) de zaman zaman küçük gruplarla (seriyye) savaş yolunu denemiştir.
Savaş’ın meşru gerekçesi “Allah yolunda olması” yani İslami değerlerin, yurdun, canın, mal ve namusun korunması ya da aynı surenin 75. ayette anlatıldığı üzere “zayıf ve çaresizler (müstaz’af)” için yapılmasıdır. Şu halde savaştan kaçınmak büyük günahtır ve hiçbir şekilde Müslümana yakışmaz (3/Al-i İmran, 167). Öyle olmakla beraber savaştan kaçmak isteyenler olabileceğini hesaba katmak lazım: “Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır. Şayet, size bir musibet isabet edecek olsa: “Doğrusu Allah, bana nimet verdi, çünkü onlarla birlikte olmadım” der”.
Bu söylemle savaştan kaçanlar hiç şüphesiz samimiyetsiz kimseler olup ayetin ilk indiği ortamda bunlar münafıklardı. Böyleleri, dış yüzleriyle İslam göründüklerinden kaçışlarını Allah’ın –haşa- kendilerine nimet vermesiyle açıklamak isterler. Sanki meşru ve adil savaşı emreden yüce Allah, onları savaş tehlikelerinden uzakta tutarak özel bir nimete mazhar kılmaktadır. Bu elbette savaştan kaçma yanında Allah’a iftiradır da.
Ancak sadece münafıklar değil, zayıf karakterde olan bazı Müslümanların da savaştan kaçabilecekleri ihtimal dışı değildir. Nifak beşeri kötü bir sıfat, münafık içi ve dışı bir olmayan, çifte ahlak sahibi kişi demektir ki, münafıklık evrensel bir tipolojiyi ifade eder. Nitekim “tabtia” fiilinin tef’il vezninden gelmiş olması, bu durumun her zaman ve her Müslüman toplumda tekrar edebileceğini gösterir. Buna göre ilk Müslüman toplumda genellikle savaştan geri kalan veya kaçan münafıklar iken, sonraki zamanlarda Müslümanların iman ve donanım bakımından zayıf kesimlerinin –elbette hepsi değil- işi ağırdan alabileceği, orduya katılmakta geç kalabileceğini düşünebiliriz. Tevbe, 38. ayette bunlar için “Size ne oluyor da yere mıhlanıp kaldınız, yere çakıldınız?” diye sitem edilmektedir. O zaman savaştan geri kalmak, işi ağırdan almak her zaman münafıkların yapabileceği bir iş değilse de, münafıkların tutum ve davranışına benzeyen bir iş olduğu anlaşılmaktadır. Bu gibi insanların kısa ve yalancı sevince kapılmalarının sebebi, savaşın kötü gitmesi, zayiatın fazla olması durumunda kendilerinin bu işten sıyrıldıklarını düşünmeleridir (9/Tevbe, 45-47).
“Eğer size Allah’tan bir fazl (zafer) isabet ederse, o zaman da, sanki onunla aranızda hiçbir yakınlık yokmuş gibi kuşkusuz şöyle der; “Keşke onlarla birlikte olsaydım, böylece ben de büyük ‘kurtuluş ve mutluluğa’ erseydim” demeye başlarlar. Düşük insan karakterinin gözler önüne sergilendiği bu profilde korkaklık ve çıkarcılık bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Savaşların her zaman sonuçları bilinmez, şehid olmak var, gazi olarak dönmek var. Allah murat etmişse zaferle dönülür ve savaşın güzel nimetleri tadılır. Hiç risk almadan savaşın nimetlerine konmaya çalışmak ancak böylelerinin samimiyetten ve tutarlılıktan uzak tutumu olabilir. Bunların savaştan anladığı da salt ganimet, çıkar ve dünyevi kazançtır.
Hamdolsun, onbinlerce şehit vermesine rağmen Hamas’ın stratejisi ve azmiyle Gazze halkı korkmuyor, Siyonistlere karşı kahramanca direniyorlar; Amerika ve İsrail’le birlikte hareket eden ülkeler ise, küresel zorbaların husumetini üzerlerine çekmemek için korkakça tutum takınarak zillet içinde yaşıyorlar, daha doğru deyişle yaşadıklarını zannediyorlar. Dün İsrail’in en büyük korkusu olan Suriye dahi bugün Amerika ve İsrail’le aynı safta yer tutmuş bulunuyor.