2.0 yine lafın gelişi. 19. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı Devleti’nin Kürt taşrasında egemen olmak istemesine karşı Kürt mirlerinin ardı ardına ayaklanmalarını başlangıç olarak kabul edecek olursak, Kürt sorunu ortaya çıktığı günden bugüne birkaç kez hüviyet değiştirdi. 1800’lerin başından bugüne geçen iki yüz yılda, başka pek çok şeyle beraber sorunu taşıyıp seslendirenler ve onların “programları” birkaç kez baştan ayağa yenilendi. Sorunun jeopolitik bağlamı da.
1800’lerin ilk yarısı boyunca Kürt sorununu taşıyanlar Kürt mirleriyken, programları İstanbul’la “mesafelerini” korumak olmuştu. 1880’deki Şeyh Ubeydullah Ayaklanmasıyla açılıp, artçısı sayılabilecek 1930 Ağrı Ayaklanmasını saymayacak olursak, 1925’teki Şeyh Sait Ayaklanmasıyla kapanan dönemdeyse Kürt sorununun taşıyıcıları, eskinin mirlerini ikame eden Kürt şeyhleriyle, aralarında tasfiye edilen mir çocuklarının, asker-sivil bürokratların ve entelektüellerin olduğu İstanbul’daki Kürt elitleriydi. Osmanlı muadillerinin ıslahat-modernleşme arzusunu aynen paylaşan Kürt elitlerinin derdi ya da programı ağırlıkla Osmanlı içinde bir tür özerklik, zaman zaman da bağımsız bir Kürdistan devleti oldu. 1950’lerin sonunda açılan ve kesintisiz devam ettiği için halen süregittiğini varsayabileceğimiz son dönemdeyse Kürt sorununu taşıyanlar ağırlıkla yoksullar ve orta sınıftan profesyoneller olurken, dert ya da program mahcup bir tanınma talebinden önce sosyalist bir Kürdistan devleti iddiasına, ardından da tanınma ve yerelleşme taleplerini melezleyen bir demokrasi programına evrildi.
Geride kalan iki yüzyılda Kürt sorununu taşıyanlar ve programları gibi sorunun jeopolitik bağlamı da değişti. 19. yüzyılın başında ilk kez ortaya çıktığında Kürt sorununun mekânı Bitlis’ten Süleymaniye’ye kadar uzanan Osmanlı arazisi, tarafları da Osmanlı Devleti’yle tabiiyetindeki Kürt mirleriydi. Diğer deyişle, Kürt sorunu bu ilk zamanlarında neredeyse tamamıyla Osmanlı Kürdistanı’nda ve Osmanlı ile Kürtler arasında cereyan eden bir “iç meseleydi.”
1880’le 1925 arasında kalan ikinci dönemse büyük bir jeopolitik kırılmayla açılıp, diğeriyle kapandı. 1880’deki ayaklanma 1877-78 Rus Harbi’nin, 1925’teki ayaklanma da I. Dünya Savaşı’nın ardından patladı. 1880 Ayaklanmasına önderlik eden Şeyh Ubeydullah’a bir Kürdistan krallığı peşine düşme cesaretini veren muhtemelen Osmanlı’nın 93 Harbi’yle iyice açığa çıkan zafiyetiydi. 1900’lerin başında, İttihatçı muadilleri gibi Osmanlıcı olan Kürt elitlerini, çok değil 10 yıl sonra özerk ya da bağımsız Kürdistan fikrine yaklaştıran da, İttihatçıların düşen maskeleri olduğu kadar I. Dünya Savaşının yarattığı “imkânlardı.”
Kürt sorunu 1950’lerin sonunda geri döndüğünde jeopolitik sahne de yenileniyordu. 1918’den sonra İngiltere’nin kendisine bağlı monarşiler vasıtasıyla bölgede kurduğu statüko, II. Dünya Savaşı’nın iki muzaffer ülkesi ABD’yle SSCB’nin bölgeye birlikte yüklenmesiyle beraber değişmeye koyulmuştu. İngiltere destekli Mısır monarşisi 1953’te, Irak monarşisi de 1958’de devrildi.
1850’yle 1880 ve 1930’la 1960 arasındakine benzer bir kesinti yaşanmadığından ve taşıyanlar aşağı yukarı aynı kaldığından 1950’lerin sonundan beri devam ettiğini varsayabileceğimiz üçüncü dönemdeki tek jeopolitik kırılma bu dönemin açılışıyla örtüşen 1958’deki kırılma olmadı. SSCB’nin çöküşüyle mümkün olan ve Irak Kürtlerine ABD himayesi getiren 1991’deki I. Körfez Savaşı, Irak’ı çökertip bölgede İran’ın önünü açarken Irak Kürtlerini federasyonla buluşturan 2003’teki II. Körfez Savaşı ve sonuçlarından biri “Rojava”nın tarih sahnesine çıkması olan 2011 Arap Baharı gibi jeopolitik kırılmalar içinde bulunduğumuz bu üçüncü döneme eşlik etti. Kürt sorununu taşıyanlar pek değişmezken programın sık sık değişmesinin ardındaki tek sebep değildi muhtemelen, ancak sözü geçen jeopolitik kırılmalarla bağımsız sosyalist Kürdistan’dan demokratik cumhuriyete, demokratik cumhuriyetten demokratik konfederalizme yapılan sıçramalar arasında kuvvetli bir bağlantı olsa gerek.
Kürt sorununun halen içinde olduğumuz üçüncü döneminde yakın zamanda bir jeopolitik kırılma daha yaşandı. Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırısına İsrail’in verdiği cevap Direniş Eksenini çökertirken Suriye’de de rejim değişikliğinin önünü açtı. Bölgede İran ve Rusya’nın etkisini azaltıp, İsrail, ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye-Katar ikilisinin etkisini artıran bu son jeopolitik kırılma Kürt sorununun seyrini de değiştirdi. Malum “süreç” başladı ve “program” da demokratik entegrasyona evrildi. Gerçekleşir gerçekleşmez sürecin başlamasına yol açıp programı dönüştüren bu son jeopolitik kırılmanın Kürt sorununun seyri üzerindeki etkisi muhtemelen bu kadarla kalmayacak ve Kürt sorunu Türkiye, Suriye ve Irak’taki yansımaları birlikte daha fazla dönüşecek görünüyor. “Kürt sorunu 2.0” derken, 7 Ekim 2023’te başlayan jeopolitik kırılmanın mevcut ve muhtemel etkileriyle Kürt sorununun almakta olduğu hali kastediyorum.
Kürt Sorunu 2.0
Çeşitli kereler “bölgenin İransızlaşması” adıyla andığım son jeopolitik kırılmanın Kürt sorununun seyri üzerindeki etkilerini hakkınca değerlendirebilmek için Kürt meselesinin yukarıda andığım jeopolitik arka planına dair birkaç söz daha söylemek gerekiyor. I. Dünya Savaşı’nın sonunda oluşan jeopolitik kırılma, malum, Kürtlerle meskûn Osmanlı arazisinin üç devlete paylaştırılmasıyla sonuçlanmış, Kürtler, İran da dahil, dört ülkenin vatandaşı olmuştu. Suriye ve Lübnan’ın Fransa, kalan bölge ülkelerinin İngiltere mandasında olmasına karşılık Türkiye, Irak, Suriye ve İran’a üniter ulus-devletler olarak örgütlenme ruhsatı verilmiş, bu devletler de aldıkları bu ruhsatla bir yandan Kürtleri Türkleştirmeye, Farslaştırmaya ve Araplaştırmaya başlamış, bir yandan da Kürtlerin maraza çıkarması halinde bir diğerinin yardımına koşmuştu. Kürtleri kültürel ve siyasi (özyönetim) haklardan uzak tutan bu açık ve örtük ittifak, 1960’ların sonunda İran ve Irak’ın Kürtleri bir diğerine karşı kışkırtmasıyla bozulduysa da, Kürtlerin kültürel ve siyasi haklardan mahrum kalma hali, Irak’taki kısa süreli özerkliklerini ihmal edecek olursak, 1991’e kadar devam etti.
SSCB’nin çökmesinin tetiklediği jeopolitik kırılma bu durumu etraflıca değiştirdi. Körfez Savaşları, Irak’a verilen ruhsatı tadil edince Kürtler de ilk kez kapsamlı kültürel ve siyasi haklarla buluştu. 2011 Arap Baharıyla gelen iç savaş da Suriye’ye verilen ruhsatı fiilen ortadan kaldırınca Kürtler Suriye’de de kültürel ve siyasi haklara kavuştu, en azından fiilen. Bir yandan Irak ve Suriye devletlerinin Kürtleri kontrol etme kapasitesinin giderek zayıflaması, diğer yandan da Irak Kürtlerinin bağımsızlığa, Suriye Kürtlerinin de bir Kürt kuşağı oluşturmaya yönelmeleri, İran ve Türkiye’yi Irak ve Suriye’de birbirlerinin açıklarını kapamaya sevk etti. İran ve Türkiye “tandemi” iyi çalışınca, Irak Kürtleri bağımsızlık bir tarafa Kerkük’ten olurken, Suriye Kürtleri de Afrin’i ve Tel Abyad’ı kaybetti. 2019’a gelindiğinde İran ve Türkiye, Körfez Savaşları ve Arap Baharıyla çöken Irak ve Suriye devletlerinin işlevlerinin bir kısmını üslenmiş, Kürtleri durdurmuştu.
İran’ı vekillerini yüz üstü bırakıp kendi sınırlarına çekilmeye mecbur bırakan son jeopolitik kırılma Türkiye-İran tandeminin sonunu getirdi. İran, Suriye’den hepten, Irak’tan da kısmen uzaklaşmak zorunda kalınca Türkiye kabaca şu iki seçenekle baş başa kaldı: Bölgenin İransızlaşmasının yaratacağı imkanlarla güçleri ve cüretleri artacak görünen Irak ve Suriye Kürtleriyle, Irak ve Suriye Kürtlerinin güçlenmesinden moral bulacak Türkiye Kürtlerini tek başına “dizginlemek” ya da Türkiye, Irak ve Suriye Kürtleriyle yeni bir modus vivendi oluşturmak. Son jeopolitik kırılmanın bölgenin İransızlaşmasıyla kalmayıp, Türkiye’yle aynı frekansta olması pek muhtemel görünmeyen İsrail, ABD ve Körfez gibi aktörlerin bölgedeki etkisini artırmış olması ilk seçeneği riskli kıldığından olsa gerek ikinci seçenekte karar kılındı. Türkiye’nin görüp uzak durmak istediği riskten PKK de uzak durmak istediğinden süreç başladı.
Özetle, son jeopolitik kırılmanın Kürt sorunun seyriyle ilgili halihazırdaki etkileri bölgenin İransızlaşması, bölgede ve Kürt sorununda İran-Türkiye tandeminin sona ermesi ve sürecin başlaması oldu. Ancak kırılmanın bir de muhtemel etkileri var. Bir kısmı ucundan kıyısından da olsa kendisini belli eden muhtemel etkiler.
Muhtemel etkilerin başında Suriye’de vaziyetin iyice değişmesi var. Son jeopolitik kırılma geride kalan 10 senede ABD, İran&Rusya ile Türkiye arasındaki “rekabetle” oluşan Suriye tablosunun yerini yenisinin almasına yol açtı. Şam’da Türkiye destekli bir rejim işbaşına gelmesine rağmen, İran&Rusya’nın çekilmesi, buna mukabil İsrail ve ABD’nin öne çıkması ve yeni rejimin Dürziler ve Aleviler karşısındaki meşruiyet açığı Suriye Kürtlerini şimdiden daha cüretkar ve kararlı kılmış görünüyor. Yeni tablo bu biçimde seyredecek olursa Suriye’de desantralizasyonun bir formunun gerçekleşmesi kuvvetle muhtemel. Türkiye’yle tandem yapacak İran ya da Rusya gibi bir aktör Suriye’ye dönmedikçe Türkiye bu gidişatı tek başına durdurmaya çalışmak yerine muhtemelen gidişatı geciktirmeye ya da gidişatla uyum sağlamanın bir yolunu bulmaya çalışacaktır. Özetle, son jeopolitik kırılmanın muhtemel etkisi Kürtlerin Suriye’de de tanınması ve bir tür desentralizasyon, diğer deyişle Kürtlerin fiilen kullandıkları kültürel ve siyasi hakların önemli bir kısmının hukukileşmesi olacağa benziyor.
Irak Kürtleriyle Bağdat arasındaki ilişkilerin seyri de değişecek görünüyor. 2017 referandumu sonrasında yaşanan bozgunla Bağdat karşısında güç kaybeden Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) devreye aldığı iyi yönetişim programıyla son birkaç yılda hem meşruiyetini hem de dayanıklılığını artırmıştı. İran’ın Bağdat üzerindeki etkisini azaltıp, Bağdat’ı Kürtler ve diğerleri karşısında daha az tehditkar kılacak görünen İransızlaşma ve süreç muhtemelen bu meşruiyet ve dayanıklılığı daha da artıracaktır. Nitekim, Mazlum Abdi’nin Duhok, Mesut Barzani’nin Cizre ziyaretleri bu meşruiyet ve dayanıklılık artışının işaretlerinden sayılabilir. 2015’te DAİŞ’le savaşın bir araya getirdiği Kürtler bu kez de İransızlaşma ve süreç vasıtasıyla bir araya gelecek görünüyor. Hülasa, son jeopolitik kırılmanın diğer bir muhtemel etkisi KBY’nin Bağdat karşısında kuvvetlenmesi ve Kürt siyasetindeki yerinin genişlemesi olabilir.
Türkiye’deki mevcut etkisi süreç olan son jeopolitik kırılmanın da başka önemli etkileri olması muhtemel. Silahsızlanma ve fesih aşamaları yakında çıkması beklenen PKK yasasıyla tamamlanacak görünen süreç, rayından çıkmadığı takdirde, Kürt sorunu etrafında yaratılan kriminalizasyonu azaltıp bir tür normalleşmenin önünü açabilir. Geride kalan bir sene bu yolda fazla ümitlenilmemesi gerektiğini gösteriyorsa da, hem Kürt sorunu etrafında hem de genel olarak Türkiye siyasetinde bir tür normalleşme olmaksızın sürecin salimen tamamlanması mümkün görünmüyor. Önünde sonunda Demirtaş ve diğer Kürt siyasetçilerin serbest bırakılması gibi çoktan yapılmış olması gerekenler yapılmazsa ve ağzını açanın, sokağa çıkanın içeri tıkılmasından vazgeçilmezse, PKK yasası çıkmış olduğuyla kalıp süreçte eve dönüşlerin gerçekleşmediği ancak silahın da olmadığı bir limbo durumu başlayabilir. Ancak gerek sürdürülmesi çok riskli gerekse de bir limbo halinden siyaseten en fazla zarar görecek olan iktidar cenahı olacağından 2026’yla beraber bir tür normalleşmenin başlaması daha kuvvetli ihtimal. Sürecin askıda kalmayıp ilerlemesi halinde kaçınılmaz görünen normalleşmenin etkisini tahmin etmek de güç değil: Kürt sorununun sadece “terör” bahsiyle değil, geride kalan 10 yılda kriminalize edilen Kürtçe eğitim, yerelleşme ve vatandaşlığın yeniden tanımlanması gibi anayasa değişikliğine işaret eden konularla tartışmanın odağına yerleşmesi.
Özetle, 2023’teki jeopolitik kırılmayla beraber Kürtlerin 2015’ten başlayarak Türkiye, Suriye ve Irak’ta yaşadıkları sıkışma azalmış, bölgede eskisine nazaran daha fazla Kürt-dostu bir siyasi dizilim ve iklim oluşmuş, Kürtler arası temas canlanmış ve en önemlisi Türkiye’de Kürt sorununu silahların gölgesi olmadan ve terör bahsine sıkıştırmadan müzakere etmenin imkânı oluşmak üzere. Özetin özeti: Türkiye merceğinden bakıldığında çatışma ya da “terör” bitiyor, Kürt sorununun sahası genişliyor. “Kürt sorunu 2.0” derken kastettiğim, Kürt sorununun bu yeni hali.
Hazır mıyız?
Kısa cevap belli: Değiliz. Hiç değil belki ama pek hazır olmadığımız açık. Sadece sürecin başlamış olması ve CHP’nin dışında kalmaması bile Kürt sorunu 2.0’a bir miktar hazır olduğumuzu gösteriyor. Keza, işlerin seyrine göre herkes zamanla durumunu güncelleyip, değiştirebileceğinden, zamanla daha hazırlıklı hale de gelebiliriz. Lakin, ana aktörlerin şu ana kadar yapıp ettiklerine, söylediklerine bakınca “Kürt sorunu 2.0’a hazır mıyız” sorusuna “evet, hazırız” cevabını vermek çok zor.
Ana aktörlerden Cumhur İttifakı’yla başlayayım. Bahçeli’nin ataklığına karşı Erdoğan’ın temkinliliği aralarında bir fark olduğuna işaret ediyor olsa da, Cumhur İttifakı’nın Kürt sorunu 2.0 karşısında söylediklerinin ve yapıp etmeyi vaat ettiklerinin ana çerçevesini “Terörsüz Türkiye, Terörsüz Bölge karşılığında Türk-Kürt (Arap) kardeşliği” düsturu oluşturuyor. Düstur ilk bakışta cazip. Cazip, çünkü düstura göre Kürt sorunu Türkiye, Irak ve Suriye’de çatışma üretmeyecek, buna mukabil Türkler ve Kürtler (ve Araplar) kardeşleşecek. Cazip olmakla beraber belirsizliği düsturun çalışabilirliğini şüpheli kılıyor. Düsturun ilk kısmında belirsizlik daha az. PKK hepten, SDG ise (bir biçimde) Suriye ordusuna katılarak fesholunacak. Buna mukabil düsturun ikinci kısmı çok belirsiz: Kardeşliğin hukuku ne olacak? Irak’taki hukuk belli ve oturmuş olduğundan daha ziyade Türkiye’de ve Suriye’de Kürtler Türklerle ve Araplarla hangi hukukla kardeş olacak? Şimdiye kadar söylenenlerden anlaşılan Kürtler hem Türkiye’de hem de Suriye’de devlete ve topluma entegre olarak kardeşleşecek. Entegrasyondan ne anlaşıldığına gelince; “ne üzerinden ya da ne vasıtasıyla olmayacak” üzerinden ilerlersek, Suriye’de ademimerkeziyet, Türkiye’de de Kürtçe eğitim, yerelleşme ve vatandaşlık fikrinde değişiklik olmadan Kürtler devlete ve topluma entegre olacak.
Ancak bu teklif ya da beklentiler “Kürt sorunu 2.0”la pek uyumlu görünmüyor. 15 yıllık iç savaş ve öz yönetim deneyiminden sonra ve bölgede eskisine nazaran daha fazla Kürt dostu bir siyasi dizilim ve iklim oluşmuşken Suriye Kürtlerinin ademimerkeziyet talebinden vazgeçerek apayrı frekansta oldukları bir devletle bütünleşmelerini beklemek pek gerçekçi görünmüyor. Türkiye’ye gelince, geride kalan 10 senede yaşanan kriminalizasyon Kürtleri daha az talepkâr, daha kanaatkâr kılmış olmakla beraber sürecin bundan sonraki safhasında olması beklenen normalleşme bu kanaatkârlığın zayıflamasına yol açabilir. Bu durumda “Kürtçe eğitim, yerelleşme ve vatandaşlık fikrinde değişiklik olmadan devlete ve topluma entegre olunsun” teklifi pek pratik olmayabilir. Öte yandan, bu üç alanda esneklik göstererek entegrasyonun önünü açmanın önündeyse anayasa duruyor. Muhalefetin sindirilmek istendiği bugünkü kutuplaşma ikliminde bir anayasa değişikliği yapmak da imkânsıza yakın olduğundan ya muhalefeti sindirmekten vazgeçmek gerekiyor ya entegrasyonun gecikmesine razı olmak ya da Kürtleri kanaatkâr kalmaya ikna etmek. Özetle, Cumhur İttifakı’nın “Terörsüz Türkiye, Terörsüz Bölge, Türk-Kürt-Arap kardeşliği” düsturu mevcut yorumuyla Kürt sorunu 2.0’la pek uyumlu görünmüyor.
Kürt sorunu 2.0’a karşı Kürt hareketinin teklifiyse malum, demokratik entegrasyon. Bölgenin İransızlaşması ve İsrail’in yükselişinin yarattığı Türkiye ve Kürtler arası çatışma riski hesaba katıldığında 2010’ların demokratik konfederalizminden demokratik entegrasyon teklifine geçiş anlaşılmaz değil. Anlaşılmaz olmamakla beraber demokratik entegrasyon teklifi de belirsiz. Birkaç açıdan birden. İlkin, demokratik entegrasyonla Cumhur İttifakı’nın Kürtlerin devlet ve toplumla entegrasyonu teklifi arasındaki fark net değil. İkincisi, demokratik entegrasyon Türkiye ve Suriye sahalarına nasıl, hangi farklı araçlarla adapte edilecek, belli değil. Demokratik entegrasyon Türkiye’de Kürtlüğü, Suriye’de Kürtleri nasıl, hangi düzenlemelerle koruyacak, açık değil. Üçüncüsü, Cumhur İttifakı’yla Kürt hareketinin entegrasyon teklifleri arasındaki farklar iki sahada ayrı ayrı nasıl giderilecek, bu da belirsiz. Zamanla ve sivil toplumun ve işin erbabının daha etkin katılımıyla demokratik entegrasyon teklifi etrafındaki belirsizlikler giderilebilir giderilmesine ancak Kürt hareketinin Kürt sorunu 2.0 karşısındaki hazırlıksızlığı bununla sınırlı değil.
2026’yla beraber başlaması muhtemel görünen normalleşmenin yol açabileceği iki zıt ihtimal karşısında da yeterli hazırlık var görünmüyor. İhtimallerden ilki normalleşmeyle beraber Kürtlerin kanaatkarlığı geride bırakıp Kürtçe eğitim, yerelleşme ve ulusal kimliğin yeniden tanımlanması gibi alanlarda talepkârlaşması. Bu durumda talepkârlık nasıl çerçevelenebilir, bu üç alandaki talepler somut önerilere nasıl tercüme edilebilir konusunda yeni bir hazırlık yapılmış, bu hazırlığı yapmak üzere Kürtlerin sivil toplumu, bilgisi, görgüsü harekete geçirilmiş değil. Normalleşmenin yol açması muhtemel diğer ihtimalse başta gençlerde olmak üzere Kürtlerde de gözlenen apati halinin daha da büyümesi. Normalleşme, mağduriyetin ve kriminalizasyonun “aşırılaştırdığı” siyasi duyarlılığı törpüleyip kayıtsızlığı büyütürse, entegrasyonu demokratik kılmak için gereken siyasi enerjiyi toparlanamayabilir.
Kürt sorunu 2.0’ın diğer bir özelliği de malum Kürt sorununun Türkiye, Suriye ve Irak veçheleri arasındaki karşılıklı bağımlılığın artması ve buna hem iktidarın hem de Kürt hareketinin bir cevap vermiş oluşu. Cevaplar da malum: Terörsüz bölge ve demokratik entegrasyon. Kürt hareketinin kendi teklifi olarak demokratik entegrasyonun Türkiye, Irak ve Suriye şartlarına hakkınca tercüme edip uyarlanabilmesi ve bir tür senkronizasyon oluşturulabilmesi ciddi bir siyasi ve entelektüel hazırlık gerektirirken bu yöndeki çabalar çok yetersiz. Kürt siyaseti ve sivil toplumu arasındaki etkileşimin hem hacmini hem de niteliğini artırıp, Duhok Forumu niteliğindeki etkinliklerin Diyarbakır/Amed Forum gibi benzerlerini yaparak bu çaba artırılabilir.
“Sürece” verdiği açık destek kısmen aksine işaret ediyorsa da ana aktörlerden CHP de Kürt sorunu 2.0’a hazırlıklı görünmüyor. CHP, Kürt sorununun Suriye ve Irak izdüşümlerine dair bir teklif yapmış, “Suriye ve Irak Kürtlerinin devletleriyle ve Türkiye’yle ilişkileri şöyle olsa iyi olur” demiş değil. Kürt sorunun Türkiye’deki izdüşümüne dair yeni bir teklifi var CHP’nin ancak pek yeni değil. CHP yeni programında Kürt sorununu “eşit vatandaşlık” ve Kürtçeyi “öğrenme, kullanma ve geliştirme” hakkından oluşan bir zeminde ele almayı teklif ediyor. Kürt sorununun bölgesel mahiyetine dair bir teklifinin olmayışı ve Türkiye kısmı için yapılan “eşit vatandaşlık” ve Kürtçeyi “öğrenme, kullanma ve geliştirme” hakkı teklifi CHP’nin Kürt sorununun 2.0 halinin hakkını vermekte zorlanacağını gösteriyor. İki sebeple. Evvela, 2.0 hali Kürt sorununun Suriye ve Irak’taki yansımalarıyla birlikte ve haddizatında genel bir bölge perspektifi, bir Ortadoğu 2.0 perspektifi içinde ele alınması gerektiğini gösteriyor. İkinci olarak, tanınma içermeyen bir eşit vatandaşlık ve Kürtçeye mevcuttaki durumun ötesine geçmeyen bir serbestlik tanımak teklifinden anlaşılan şu: Kürtlerin normalleşme halinde daha da belirginleşmesi muhtemel tanınma talepleri CHP tarafından anlaşılmış değil.
“Kodlarına” rağmen çözüm sürecine dahil olup, iktidarın felç etmeye dönük girişimlerine rağmen süreçten kopmaması eskisine nazaran önemli bir farka işaret ediyor olmakla beraber, 7 Ekim 2023 sonrası Ortadoğu’da (Ortadoğu 2.0) Türkiye’yi yönetebilir kabul edilebilmesi için CHP’nin Kürt Sorunu 2.0 karşısında ikna edici bir teklif yapması elzem.
Özetle, Kürt sorunu yakın zamanda bir kez daha hüviyet değiştirmiş görünüyor ve lakin ortada yaşanan değişikliğin büyüklüğüne denk düşecek kıymette bir siyasi ve entelektüel çaba yok. Ne zaman oldu ki deyip endişeye kapılmamak da mümkün kapılmak da. Tercih meselesi.