Kur'an Perspektifinden Gazzelilerin tehciri

Ali Bulaç

Gazze’nin maruz kaldığı zulüm karşısında şu veya bu gerekçe ile Gazzelilerin yardımına koşmayan müslümanlar, ya sorumluluktan kaçmak veya hükümetlerine meşruiyet tedarik etmek amacıyla, mevcut durumda Gazzelilerin yapabilecekleri tek şeyin yurtlarını bırakıp hicret etmeleri gerektiğini söylüyorlar, bunu yaparken görüşlerini Kur’an dayandırmaya çalışıyorlar. İsrail’in planlarına tamı tamına uyan bu fikrin Kur’an-ı Kerim’in ilgili hükümlerine ne kadar uygun düştüğünü iki yazıda kritik etmeye çalışacağız. İlk yazımızın hareket noktası Nisa suresi 75. Ayeti olacaktır.

İsrail’in iki senedir Gazze’de işlediği suçları üç terimle ifade etmek mümkün: Katliam, tehcir ve açlığa mahkum etmek (tecvi’). Katliamın uluslar arası hukuktaki bugünkü karşılığı soykırım, tehcirin karşılığı etnik arındırma, tecvi’in karşılığı aç ve susuz bırakarak ölüme mahkum etmek. Kur’an-ı Kerim, bu ağır suça maruz kalanları “müstaz’af” kelimesiyle ifade eder:

Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘-Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (4/Nisa, 75.)

Müfessirler, ayetin inişine sebep teşkil edenlerin hicret edemeyip Mekke’de kalan Müslümanlar olduğunu söylemişlerdir. 622’de hicret edebilenler Medine’ye gitmiş, orada kendilerine yeni bir hayat kurmuşlardı ama Mekke’de zayıf, güçsüz kimseler kalmıştı. Bunlar putperest müşrikler tarafından ağır baskı ve işkencelere maruz kalıyorlardı. Bazan baskılar o kadar ağırlaşıyordu ki, hiç kimse onlara yardım yapamadığından, şikayetlerini Allah’a yapıyorlardı. İbn-i Abbas “Ben, annem, kadınlar ve çocuklar müstaz’af kimseler idik” demiştir.

Bu ayet gerçek manada bir çıkış yolu bulamayan, sürekli baskı ve tahakküm altında yaşayan insanların içinde bulundukları durumdan kurtarılması işinin Müslümanlara sorumluluklar yüklediğini gösteriyor. İslami şuur ve sorumluluk taşıyanlar, dini hayatı kendi aile, sosyal çevresi veya ülkesiyle sınırlı tutamazlar. Dünyanın neresinde olursa olsun, ağır baskı, tahakküm ve insanlık dışı şartlar altında yaşayan ve fakat kendi beşeri imkânlarıyla herhangi bir çıkış yolu bulamayanlara karşı Müslümanlar belli seviyelerde sorumludurlar. Özellikle Müslüman kardeşleri bu durumda iseler, bu sorumluluk bir kat daha artar. Zira müslümanlar yek vücud hükmündedir.

Bugün Gazze tam da bu konumda bulunuyor. İki milyon 300 bin insan daracık bir alana sıkıştırılmış, bir yandan içinde barınmaya çalıştıkları çadırları bombalanıyor, diğer yandan aç ve susuz bırakılarak ölüm mahkum ediliyorlar. Ahım şahım İslam ülkelerinin göstermelik kınamaları dışında yapabildikleri, yapmak istedikleri bir şey yok. Amerika ve Avrupa, siyonist katliamın tam destekçisi.

Bir sonraki yazıda üzerinde duracağımız konu hicretin imkanı veya imkansızlığı meselesi olacaktır. Nisa sûresinde (4/97-99) tek başına güçsüzlüğün kurtarıcı olmadığı, güçsüz olanların imkân bulup “geniş olan Allah’ın arzı”nın herhangi bir bölgesine hicret edebilecekleri belirtilir. Tabii ki imkan varsa zulüm beldesinden hicret edilir ama bu, her zaman ve her zulüm vukuunda mazlumların topraklarını zalimlere tamamen terketmeleri anlamına mı gelir? Müslümanlar, müşriklerin ağır baskıları altında Mekke’den hicret ettiler, bir süre sonra güç toplayıp tekrar Mekke’ye dönüp zalimleri bertaraf ettiler.

Hz. Peygamber (s.a.) ve sahabenin takip ettikleri güzergahın üç menzili vardı: İman, hicret ve cihad (8/Enfal, 74). Arkasından cihad gelmeyecekse, tek başına hicret, tehcire maruz kalanların onlara zulmedenlerin arzu ve maksatlarını gerçekleştirmekten başka anlam taşımaz. İlk müslümanlar hicret ettiler ama imanlarını hayatlarının merkezinde tutarak, geri dönmek üzere yurtlarından çıktılar, sonra muzaffer insanlar olarak geri döndüler.

Şu soru önemlidir:

Bütün sorumluluk çaresiz durumda olanların üzerinde mi?

Elbette böyle tek yanlı bir sorumluluktan söz edilemez, zulüm beldesinin dışındaki müslümanlar, mazlum kardeşlerinin imdadına yetişmeyip onları zalimlerin insafına terkediyorlarsa, yapabilecekleri şeyleri yapmıyorlarsa burada ciddi bir problem var demektir. Müslümanlanın bir bölümü tehcire zorlanacak kadar çaresiz durumda iseler, diğer müslümanların onların imdadına yetişmesi ihtiyari bir tercih değil, icbari bir görevdir. Hiç şüphesiz sorumluluk müslümanların tamamına terettüb eder. Allah’ın Resulü (s.a.) bunu gayet sarih olarak belirtmiştir:

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, acımakta ve korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir organı hastalandığı zaman diğer organlar da uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulur.” (Buhari, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66.)

Zayıfların feryadı yedinci göğe yükselirken onların yardımına koşmamak Müslümanları ahlaki ve manevi zillete düşürür. Hz. Peygamber, iki şeyi müslümanlara yakıştırmamıştır: Cimrilik ve korku! Refarans verdiğimiz ayetin girişinde “Size ne oluyor ki” (4/75)  uyarısıyla vurgulandığı üzere, bu ciddi bir nakısa olup ilahi sitem ve yergiye sebeptir.

Bu pencereden baktığımızda, bugün nüfusu iki milyara baliğ olan müslüman dünyanın tamamı Gazze’de olup bitenlerden sorumlu olduğu ortaya çıkmaktadır.