1.Büyük mücadelenin
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında modern zamanların bir tutumu olarak devlet tarafından belli bir formatta topluma empoze edilen eğitim projesinin genelde İslam ülkelerinde ve Türkiye’de halk tarafından büyük bir kabul görmediğini bilmeyen yok. Çok partili hayata geçinceye kadar halk, “cahil kalma” pahasına çocuğunu, özellikle kız çocuklarını okullara göndermedi. Halkın eğitime katılmasının tarihi Türkiye’nin çok partili hayata geçmesiyle ve İmam Hatip okullarının açılmasıyla başlamıştır.
Sadece Türkiye’ye özgü olmak üzere ve yine yalnızca İmam Hatip okulları aracılığıyla ilk defa Müslüman bir ülkede halk eğitime katıldı; bazı aileler inanılmaz bir motivasyonla çocuğunu sadece bu okullara vermekle yetinmedi, bunun yanında -kısmen de olsa- eğitimin kaynak ve finansman sorununu çözmeyi de üzerine almış oldu. 1997 yılında 630 İmam Hatip okulu vardı, bugün bu sayı 4.500’e ulaşmış bulunmaktadır.
Bütün bunlar neyin göstergesi? Öküz altında buzağı aramanın manası yok. Hiç bir merkezi örgüt, parti veya kuruluşun yönlendirmesi olmaksızın halk kendi kıt imkanlarıyla okul yapıp devlete veriyor, çocuğunun bu okullarda okuması için devlete trilyonları bağışlıyor. Bu, halkın “eğitim tercihi”nden başka bir anlama gelmez. Halkın iradesini siyasete ve yönetime yansıtan her demokraside halkın tercihine saygı duymak demokratik hukuk devletinin ana görevleri arasında yer alır.
Bu anlamda İmam Hatip okulları ile demokrasi arasında yakından bir bağ var. Geçmişte bu okulların “halka rağmen” fonksiyonsuz hale getirilerek kapatılması, demokrasiye geri adım attırılmasıyla aynı şeydir. İster karşı olalım ister taraftar olalım, Türkiye’de İmam Hatip okulları çok partili demokratik sistemin göstergeleridir, hatta Türkiye’nin NATO’y daha doğrusu batı ittifakına üye kabul edilmesinin iki şartından biri “dini eğitimin serbest bırakılması”dır. İmam Hatip okullarının aldığı derin yara, demokrasinin yara almasıyla aynı anlama gelir.
Geçmişte denendiği üzere İmam Hatip okullarını kapattırmaya çalışmak ile halkı Müslüman olan bir ülkenin dini öğretim ve eğitim hakkını elinden almak aynı şeydir. Bu okullar İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Sovyetler Birliği’nden gelen tehdit üzerine Batı İttifakı içinde yer almak zorunda kalan Türkiye’nin çok partili hayata geçmesiyle açılmışlardır. Türkiye, Batı’ya üye olmanın ön şartı olarak “din eğitimi” vereceğine dair taahhütte bulunmuştur. Bugüne kadar da uluslar arası düzeyde imzaladığı bütün ilgili anlaşmalarda aynı taahhüdü yinelemiştir.
İmam Hatip okullarıyla ilgili temel sorun, bu okulların eğitim hizmetlerine gerekçe teşkil eden hukuki mesnedlerin uluslararası sözleşmeler, anayasa ve yasalarda bulunup bulunmaması değil, gerekçe ve mesnedlerin metinlerde açıkça yer alıyor olmasına rağmen bu ülkede din eğitiminin verilmesini istemeyen çevrelerin halkın istek ve arzularına karşı açık bir tutum takınmasından kaynaklanır. İmam Hatip okulları bir ihtiyacın ve çok geniş tabanlı sosyal bir talebin ürünüdür. Belki de dünyanın hiçbir yerinde milyonlarca insan, çoluk çocuğunun rızkından kesip okul açmak üzere bunca büyük bir organizasyona girmiş, varını yoğunu ortaya koymuş değildir.
Eğitim tarihi açısından İmam Hatip okulları kendi hasılasını resmi toplumun hizmetine veren tek sivil kuruluş örnekleridir. Dünyanın neresinde bir ülkenin halkı kendi kıt imkânlarıyla okul açıp bu okulları devletin kurumlarına bağlamaktadır? Bu okullara karşı yıllardan beri beslenen önyargılar, sonunda sadece bu okulların tahribine yol açmakla kalmadı, meslek eğitiminin de tahribine yol açtı. İki sene sonunda geldiğimiz nokta bunun somut göstergesidir. Bugün mesleki eğitim de son nefesini vermekle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır
Ancak her şeye rağmen, halk İmam Hatip okullarının zaruretine inanıyor ve bu okulların kurtarılması için sivil demokrasinin gelişmesi gerektiğini öğrenmiş bulunuyor. Bu anti demokratik süreçte İmam Hatip okullarıyla birlikte birçok alanda kayıplar oldu; demokrasinin geri gelmesiyle bu okullar da geri gelecektir.
2.Maksat hasıl oldu mu?
İmam Hatip okulları ve ilahiyatlar konusunda büyük mücadeleler verildi, sonunda formel ve nicel (kemmî) manada bu mücadele kazanıldı, bu da elbette bir başarıdır. Ama “maksat hasıl oldu mu” diye sormak da gerekmez mi?
Bugün112 İlahiyat Fakültesi ve 54 İslami İlimler Fakültesi bulunmaktadır. Bunca İmam hatip, İlahiyat ve İslami ilimlere rağmen İslami ilimler, İslami tefekkür, sanat, edebiyat ve başka alanlarda ortaya konan hasıla tatmin edici mi?
Belki bu soruya şu soruyla cevap vermek gerekir: Özellikle İlhiyat ve İslami İlimler Fakültesinde görev alanlar yeterince ehliyet ve liyakat sahibi kimselerden mi seçiliyor? Akademik titr bu kadar kolay elde edilir mi?
Diğer bir soru: Ahlaki çürüme, atezim-deizm yönündeki popüler propoganda, nihilizm, bohem hayat, kötü alışkanlıklar vb. alanlarda giderek artmakta olan bozulmalara karşı söz konusu kurumlar hangi kelami, fıkhi, fikri mukavemetler gösteriyor? Neden toplumun gerçek, can yakıcı sorunlarına karşı bu kurumlardan mezun olanlar duyarsız kalabiliyor? İslam ümmetinin içine girdiği bu zillet durumundan kurtulması için neler yapılması gerektiği konusunda buralardan mezun olanlar ne gibi çalışmalar yapıyorlar?
Belki tam aksine muannit deistler, vahiy inkarcıları ilahiyatçılar içinden çıkıyor.
Burada bir problem olduğu açık ve bu problemin kaynaklarına inip ne yapmalı sorusunun doğru cevabını arama zarureti var. Aksi halde 100 senedir verilen mücadele ve bunca emek, yatırım maksad hasıl olmadan boşuna harcanmış olacaktır.