İmamoğlu’nun diplomasının iptal edilmesi…
Başta İstanbul olmak üzere CHP tarafından yönetilen belediyelere operasyon yapılması…
Belediye başkanlarının ve üst düzey bürokratlarının tutuklanması…
CHP kurultayının mahkemeye düşürülmesi ve “kayyum” kılıcının CHP’nin başının üstünde tutulması…
19 Mart’tan beri Türkiye, iktidarın yargı gücünü kullanarak muhalefeti kuşatma çabasına tanıklık ediyor. İktidarın sözcüleri, CHP’nin başına gelenin “yargısal” bir konu olduğu iddiasındalar ama bu iddianın ciddiye alınabilir bir tarafı yok. İktidar, yerel seçimlerden zaferle çıkan ve genel seçimlerde iktidara gelme ihtimali artan muhalefeti teslim almak istiyor ve bunu iktidarın basit bir aparatına dönüştürdüğü yargı eliyle yapıyor. Olan-biten bu!
Mesele yolsuzluk değil. Hiçbir belediyeye kefil olmam, her belediyede yolsuzluk olabilir, bu hadisede adı geçen belediyelerde de hukuk dışı dolaplar dönmüş olabilir. Elbette bunların eksiksiz gediksiz açığa çıkarılması ve hukuku ihlal eden herkesin hesabını yargı önünde vermesi gerekir. Hiç kuşku yok.
Lakin dert bu değil; zira eğer dert gerçekten yolsuzluk olsaydı, iktidarın ya da muhalefetin olduğuna bakılmaksızın bütün belediyeler adli ve idari incelemelere tabi tutulurdu. Herhalde bu ülkede yaşayan herkes, iktidar belediyelerinin sütten çıkmış ak kaşıklar tarafından yönetilemediğini bilir. Ancak her ne hikmetse, yargının kantarına çıkarılan hep muhalefet oluyor. Yargının muhalefete karşı keskinleşen gözleri, iş iktidara gelince görme yetisini kaybediyor. Muhalefet söz konusu olduğunda gözüne uyku girmeyen yargı, mevzu iktidara geldiğinde ölüm uykusuna yatıyor.
Seçici Yargı
Seçici davranan bir yargımız var. Muhalefet belediyeleri için her daim atik olan yargıyı iktidar belediyelerine karşı harekete geçirmek zor. Mesela, İstanbul ve Ankara belediyelerinin bir önceki AK Parti yönetimi hakkında hazırlayıp müfettişlere ve savcılara sunduğu dosyalar, bir türlü raflardan indirilmiyor. Ya da kayyumlar hakkında, seçilerek görevi devralan belediye başkanları akıl almaz iddialarda bulunuyorlar ama tefeciye düştükleri bilinen kayyumların yolu bile bir türlü mahkemeye düşmüyor.
Mesele hukuk da değil. Hukukilik, salt içerikle belirlenmez, aynı zamanda şekle de bağlıdır. Bir soruşturmanın-kovuşturmanın yürütülme tarzı ve bunları yürütenlerin kimliği de hukukiliğe tesir eder. Bugün İstanbul Başsavcısı sıfatını taşıyan kişi, kısa bir süre önce Adalet Bakanı Yardımcısı idi. Bakanın emrinde çalışan ve iktidar partisinin siyasi kimliğiyle özdeşleşmiş biriydi. Siyasi kişiliği bu derece baskın biri ana-muhalefet partisini hedef alan bir operasyonun başında iken işlerin hukuka uygun yürütüldüğüne, yargının bağımsız ve tarafsız işlediğine halkı inandırmazsınız.
Nitekim halk inanmıyor da. Ciddi araştırmaların hemen hepsi, halkın üçte ikisinin CHP’ye dönük operasyonun hukuki olmaktan ziyade siyasi olduğunu düşündüğünü gösteriyor. İktidar elindeki bütün araçları seferber etmesine, kendisine doğrudan bağlı eski ve yeni medya mecralarında sabahtan akşama kadar bu temayı işlemesine rağmen çoğunluğun kanaatini değiştirebilmiş değil.
İktidar da bunu görmüş olmalı ki, operasyona halk desteğini büyütmek için peşi sıra hamleler yapıyor. Her gün CHP’ye dönük baskınlar düzenliyor. Belediye başkanlarının evini basıyor. Mahkemeler -önceden alınmış izlenimi veren tutuklama kararlarıyla- insanları özgürlüklerinden mahrum ediyorlar. Devasa ithamlar dile getiriliyor vs. Fakat bütün bunların içini dolduracak bir iddianame da yazılamıyor. Hal böyle olunca da işin suyu çıkıyor. Bir taraftan işin bu şekilde şirazesinin kaymış olması, diğer taraftan da sadece CHP belediyelerinin hedef tahtasına oturtulması, yapılan edilene olan inancın daha da azalmasına neden oluyor.
Siyasi Acizlik
CHP de geri atmıyor. Mücadelenin dozunu artırıyor, retoriğini giderek sertleştiriyor. İktidar muhtemelen, cendereyi sıkıştırdıkça CHP’nin süngüsünün düşeceğini, örneğin İmamoğlu’nu feda edebileceğini ve CHP içinde bir çatlak oluşturabileceğini hesaplamıştı. Ancak evdeki plan çarşıya uymadı. CHP milim gerilemedi ve içte de bütünlüğünü pekiştirdi.
Çünkü önce bir tek İmamoğlu’nu hedefler görünen operasyon, genişledikçe CHP’nin kurumsal varlığına yönelen bir tehdide dönüştü. CHP yönetimi İmamoğlu’nu iktidarın arzuladığı gibi kurban vermeye yanaşmadı; aksine güçlü bir biçimde onu savundu. İktidara karşı direnmesi, bir yandan CHP yönetimine olan desteği artırırken, diğer yandan da parti içinde bir yarılma peşinde koşanların taban nezdinde mahkûm olmasını sağladı.
19 Mart’tan sonra yaşananların altında, iktidarın siyasi acizliği var. Evet, iktidar çok güçlü görünüyor; astığı astık kestiği kestik bir poz veriyor. Dilediği belediyeye el atıyor, aykırı laf edeni hapse tıkıyor, ekranları karartıyor vs. Ali kıran baş kesen gibi! Muazzam bir güç intibaı bu aslında, bir güçsüzlüğün ifadesi.
İktidar, siyaset üretemiyor; siyaset üretemeyince de yargı sopasıyla siyasi rakiplerini baskı altına alıyor. Kendi siyasi başarısına ve sivil bir yapı olarak halktan göreceği teveccühe değil, devlet gücüne yaslanarak iktidarda kalmaya çalışıyor. Seçimde kazanamadığı belediyelere kayyum atamak, sandıkta yenemediği siyasetçiyi içeri atmak, muhalif televizyon kanallarına kilit vurmak, hoşa gitmeyen yorumlar yapan gazeteciyi ipe sapa gelmez gerekçelerle tutuklamak gibi hareketlerin tamamı da bunun bir yansıması.
Onun kafasına vur, bunun yakasına yapış, diğerinin boğazını sık, berikinin sesini kes… Siyaset değil bu; devletin gücü arkasına alarak yaptığı bir güç gösterisi.
Peki, ne çıkar bundan?
İktidar belki kısa vadede istediğini alabilir ama orta ve uzun vadede bütün bunlar yapanın aleyhine döner. Sekiz yıl kazanamadığın belediyelere el koyarsın ama halk ilk fırsatta sandıkta sana gereken cevabı verir, mesela.
Eğer halk desteğini kaybederseniz, sadece devletin kudretine dayanarak ayakta kalamazsınız. İnanmayan, tek parti dönemine ve tek partinin akıbetine baksın!