Günümüz Türkiye'sinde dindarlık-ahlâk ilişkisi

Mustafa Çağrıcı

Öncelikle belirtmem gerekir ki, ülkemizde dinini samimiyetle yaşayan, dinî vecibelerini yerine getirmeye çalışan çok büyük bir kitle var. Kur’ân-ı Kerim’in yüzlerce ayetinde belirtildiği gibi dinî vecibelerin ahlâkî mahiyetini belirleyen en önemli unsur, onların niyet ve irade dürüstlüğüyle yapılmasıdır. Din dilinde bu prensibi ifade etmek için en sık kullanılan kavram ‘ihlâs’tır.

İhlâs, “ibadetleri ve her türlü iyiliği gösterişten, menfaat hesaplarından arındırıp, yaptığını Allah için yapmak”tır. İslâm kaynaklarında amelde dürüstlük ve samimiyet ihlâs, konuşmada doğruluk ve dürüstlük de sıdk terimleriyle ifade edilir. İhlâsın zıddı olarak, sahte söz ve eylemler için riya (veya dalkavukluk), sahte inançlar için nifak (münafıklık) terimleri kullanılır.

Bin yıl önce Râgıb el-Isfahânin dediği gibi “küp içindekini sızdırır” (Zerîʿa, Kahire 1405/1985, s. 86). İnsan neyin peşinde koşuyorsa kendini ona adamıştır. İhlâs, kendini en başta Allah’a adamaktır. Peygamberimiz, gözü paradan başka bir şey görmeyen için “paranın kölesi” (abdü’d-dînâr) deyimi kullanır (Buhârî, “Rikak”, 10). Zira nasıl ki, toplumsal alanda köle “özgür olmayan insan” demekse, ruhî ve ahlâkî alanda nefsinin olumsuz güdülerinin kölesi olmuş insan da “özgür olmayan insan”dır.

Şimdilerde gerek siyaset ve bürokraside gerekse ekonomi ve medya gibi başka kamu alanlarında toplumsal rızayı oluşturabilme gücü oldukça yüksek olan bir -formel- dindarlar “sınıf”ının varlığından ve bu sınıfın bir tür ahlâkı yok sayan dindarlık anlayışı icat ettiğinden bahsedilmektedir.

Aynı sınıfın, geleneksel İslâm ahlâkı ilkelerine de günümüz Batı toplumlarının kamu ahlâkı alanında benimseyip uyguladıkları standartlara da uymayan bir ahlâk telakkisine sahip olduğu yönünde ciddiye alınması gereken bir kanaat giderek yaygınlaşmaktadır. Ülkemizde, son yıllardaki siyasal ve ekonomik gelişmelerin de katkısıyla, biçimsel olarak “dindar” görünen yahut kendilerini öyle bir ‘sınıf’ içine konumlandıran bazı kesimlerin ortaya çıktığını görüyoruz.

Tabii ki bu ülkenin bütün yurttaşları gibi dindarlar da eşit haklara sahiptir; adalet ve hakkaniyet dâhilinde ülke imkânlarından yararlanma hakları, milletimizin kalkınmasına katkıda bulunma sorumlulukları var. Buradaki sorun, bazı makam ve mal kölelerinin dünyevi işlerinin üstüne kutsallık örtüsü çekerek haksız ve adaletsiz işlerini başkalarının görmesini, göstermesini ve hesap sormasını engellemeleridir. Burada din, dünya işlerinde bir tür haksız rekabet aracı olarak kullanılmakta, bu da sonuçta ahlâkî değerleri önemsizleştiren bir “dindarlık” anlayışının giderek normalleşmesine yol açmaktadır.

Bizim ahlâk kültürümüzde gerek mal gerekse makam ve mevki elde etme anlamında dünya kazancı ile dünya hırsı ayrı tutulmuştur; bu, çoğumuzun gözden kaçırdığı önemli bir ayırımdır. Kur’an’da ve diğer dinî kaynaklarımızda makam ve mal elde etme anlamında dünya kazancı için nicelik açısından hiçbir sınır konmazken, nitelik açısından makamı ve malı hem kazanma hem de yönetme/kullanma aşamalarında sıkı hukuki ve ahlâkî ödevler getirilmiştir. Bu ödevler çerçevesinin dışına çıkılması ahlâktan ve dinden sapma olarak görülmüş; bu çerçevede kalınması şartıyla her kazanma faaliyeti ise meşru hatta ibadet sayılmıştır. Nitekim din ve ahlâk kaynaklarımızda, üretim ve üretilen malları ihtiyacı olan yerlere ulaştırma yani ticaret faaliyeti, insanlara hizmet faaliyeti olması itibariyle hem farz-ı kifâye hem de –insanlığa hizmet duygusuyla yapılması halinde- ibadet olarak değerlendirilir.

Öyle görülüyor ki, günümüz Türkiye’sinde gücü elinde bulunduran dindar kesimlerin bir başka büyük yanlışlığı da onların müslüman, dindar, mezhep, cemaat, tarikat gibi din ile ilişkili kavramları giderek gerçek anlamlarından koparmaları; ideolojik, siyasi ve sonuçta ayrıştırıcı anlamlar yüklemeleridir. Sağlıklı demokrasilerdeki siyasetin tabiatında topluma faydalı rekabet vardır; bu rekabeti zararlı hale getirense ideolojik siyasettir.

Gücü eline alan dindarların, yukarıdaki adlar altında anılan zümrelere karşı önceki yönetimlerce sergilenen dışlayıcılığa son vermeleri onların hem dinî-ahlâkî hem de toplumsal sorumluluklarıydı. Fakat şimdilerde yaşananlar, bu kesimlerin, dinî zümrelerin dışında tutup ötekileştirdiklerine karşı benzer bir ayrımcılığı devam ettirdiklerini göstermektedir. Benim bildiğim İslâm’a göre bu dinî ve ahlâkî bir yozlaşmadır. Şu yıllarda herkesin gözlemlediği yolsuzluk, haksızlık, sokak cinayetleri vs. pek çok toplumsal sorunun hızla artmasında böyle bir yozlaşmanın etkisi araştırılmalıdır. Keşke İlâhiyat Fakültelerinde bu araştırmaları yapmaya elverişli bir akademik zihniyet ve özgürlük ortamı olsa!