Bundan önceki yazılarda müstaz’af kelimesinin bir anlamının gerçekte güçsüz değilken kişinin veya bir topluluğun ya telkin veya baskı altında güçten düşmesi, güçsüzleştirilmesi ve kendini böyle algılaması olduğunu, bunun da aslında öğretilmiş çaresizlik tanımına uygun düştüğünü söylemiştik. Bu demektir ki, zayıf düşürülmüş insan, her ne kadar zayıf pozisyonunda ise de, insani-manevi evreninde yatmakta olan güç potansiyelleri mevcuttur, bilinç sahibi olduğunda yapması gereken yegane şey, içinde bulunduğu olumsuz duruma rağmen, kendinde içkin potansiyelleri açığa çıkarmaya çalışmaktır. Güç kazanmasını ve özgürleşmesini sağlayacak bu çabaya girmeyecek olursa, kendine yazık etmiş olacaktır:
“ Melekler, kendi nefislerine zulmedenlerin hayatına son verecekleri zaman derler ki: ‘Nerde idiniz?’ Onlar: ‘Biz, yeryüzünde zayıf bırakılmışlar (müstaz’aflar) idik, derler. (Melekler de): ‘Hicret etmeniz için Allah’ın arzı geniş değil miydi?’ derler. İşte onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü yataktır O!” (4/Nisa, 97).
İlk bakışta zihinlerde istifhamlar uyandıran çelişkili bir durum var. Öyle ya, bir yandan güçsüz-zayıf, çaresiz insanlar, diğer yandan zulüm ve günah diyarını terketmeyenlerden söz edilmektedir ve bundan dolayı “kendilerine zulmedenler”den bahsedilmektedir. Bu insanlar güçsüz ve çaresiz ise nasıl hicret edecekler ki?
Peki, olay nedir?
Allah tarafından tehdit edilen ve kendilerini müstaz’af olarak değerlendirenler kimlerdir? Bu ayeti günümüzün şartlarında nasıl anlamalı ve değerlendirmeliyiz? Bu sorunun doğru cevabını, ayetin indiği nüzul ortamındaki olayları anlamakta bulabiliriz.
İslam’ın ilk dönemlerinde bazı insanlar İslamiyet’i kabul ettikleri halde Müslümanlığı kabul etmeyen kabilelerinde, akraba ve yakınları arasında yaşıyorlardı. Öncelikle ayet onların durumuna işaret etmekte, ancak bugüne de onların durumlarının emsal teşkil ettiğini ima etmektedir.
İslami hayat sosyal boyutludur. Cemaat hayatını gerektirir. İnsanlar sadece evlerinin dört duvarı arasında dini hayat yaşayamazlar, dolayısıyla sosyal bir çevreye ihtiyaç hissederler. Bu da kişilerin kendileri gibi Müslümanların olduğu bir toplum hayatını gerektirir. Bu, mümkün değilse, o zaman hiç değilse dinlerini baskı ve engelle karşılaşmadan yaşayabilecekleri özgür bir ortamı aramaları lazım.
Ayet, birinci derecede güç yetirebilecek durumda olanların kendileri gibi Müslümanlarla bir sosyal çevre kurmalarını, ikinci derecede eğer bu mümkün değilse dinlerini özgürce yaşayabilecekleri bir yer ve ortam arayıp bulmalarını emretmektedir. Gücü yettiği halde buna yeltenmeyen kişi sorumludur ve bundan dolayı sorguya çekilecektir. Güç yoksunluğu arkasına gizlenip sorumluluktan kurtulamaz.
Bu ayetin devamında yer alan: “Ancak erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan müstaz’aflar olup hiçbir çareye güç yetiremeyenler ve bir yol(çıkış) bulamayanlar başka. Umulur ki Allah, bunları affeder. Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır.” (4/Nisa, 98–99) ayetlerindeki müstaz’af olup ilahî tehditten muaf tutulanlar ile günümüz esaret altında olan müslümanların durumu bir olarak görülebilir mi?
Bununla beraber şu ayetteki emir nasıl değerlendirmeli ve nasıl amel edilmelidir? “Siz ne oluyor ki, Allah yolunda ve : ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar bize katından bir velî (koruyucu sahib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmış (müstaz’aflar) adına savaşmıyorsunuz?” (4/Nisa, 75)
Müstaz’afları üç ana gruba ayırmıştık:
a) Hakikatte güç sahibi olduğu halde kendini güçsüz sananlar
b) Güçten düşürülenler
c) Sahiden güçsüz olanlar.
75. Ayet bu son kategoridekilere işaret etmektedir. İçlerinde erkekler var, ama yaşlı veya özürlü, hasta olabilir; kadınlar ve çocuklar erkek gibi fizyolojik güç ve kuvvete sahip değildirler. Bunlar gücü kuvveti yerinde olanlar gibi değildir. Ancak öyle olmakla beraber bunlar da ellerinden geldiğince gayret göstermek, mesela özgür bir ortama gitmek, altında yaşadıkları baskıyı ortadan kaldırmak ve bunun için çaba harcamak durumundadırlar. Ellerinden hiçbir şey gelmiyorsa elbette sorumlulukları o oranda azalır, “Allah’ın onları affedeceği umulur!” Affın umuda bağlanması sorumluluğun bütünüyle ortadan kalkmadığına, rehavetin hiçbir şekilde kabul edilmediğine işaret etmektedir.
Nisa/75 ayeti, gerçek manada bir çıkış yolu bulamayan, sürekli baskı ve tahakküm altında yaşayan insanların içinde bulundukları durumdan kurtarılması işinin Müslümanlara en azından zihinsel sorumluluklar yüklüyor. Daha ötesi yok.
97. ayet başka bir durumdan bahsediyor. Bu durumda olanlar küfür, fısk ve baskı ortamından hicret etmeleri mümkünken, şu veya bu dünyevi hesap veya fayda gözeterek hicret etmeyenleri eleştiriyor, bunların “kendi nefislerine zulmettikleri”ni söylüyor.
İslami şuur ve sorumluluk taşıyanlar, dini hayatı kendi aile, sosyal çevresi veya ülkesiyle sınırlı tutamazlar. Dünyanın neresinde olursa olsun, ağır baskı, tahakküm ve insanlık dışı şartlar altında yaşayan ve fakat kendi beşeri imkanlarıyla herhangi bir çıkış yolu bulamayanlara karşı Müslümanlar belli seviyelerde sorumludurlar. Özellikle Müslüman kardeşleri bu durumda iseler, bu sorumluluk bir kat daha artar.
İslam dininin gözettiği hedeflerin başında insanların özgürleşmesi gelir. İnsanlar bazı durumlarda fikri ve politik tahakkümler, bazen da askeri diktatörlükler altında yaşamak durumunda kalırlar. Her iki durumda baskı ve tahakküm insanın onuruyla bağdaşmaz. Müslümanlar özgürleştirici insanlar olarak herkesin özgürlüğüne kavuşmasını isterler, kimseyi zorla dinlerine dahil etmezler. “Fitne” bir görüşün veya dinin baskı yoluyla kabul ettirilmesidir, “fitnenin yeryüzünden kaldırılması ve dinin sadece Allah’a halis kılınması için savaşılması” demek, baskı altındaki insanların Hak dini kendi iradeleriyle seçebilecek özgürlüğe sahip olmaları demektir. İlk Müslümanlar, Kisra’nın sarayına girip “biz insanları dinlerin zulmünden kurtarmaya geldik” dediklerinde bunu kastediyorlardı. Başka bir ifadeyle baskı ve zulüm savaşın sebeplerinden biridir.
Bütün bu anlatılanlardan çıkan sonuç şu ki, bugün Müslümanların büyük bir bölümü baskı altında yaşıyorlar. Yani dinlerini özgürce yaşama imkanlarına sahip bulunmuyorlar. Askeri diktatörlükler, siyasi baskılar ve elverişsiz/zor maddi şartlar Müslümanları kendi dinlerini layıkıyla yaşamalarına engel olmaktadır. Öncelikle Müslümanların özgürleşmeleri için her Müslümanın üzerine düşen vazifeleri yerine getirmesi gerekir.
İkinci husus, ortada fiili bir işgalin söz konusu olmasıdır. Bunun için söylenebilecek tek şey, elbette buna karşı bütün Müslümanların ortak bir tutum ve gayret içinde olması, birlik ve beraberlik içinde hareket etmesi gerekir. Bugün Müslüman dünyayı güçsüz/müstaz’af duruma düşüren harici faktör batı dünyasının emperyalizmi ve sömürgeciliği, iç faktör ise milliyetçilik ve mezhepçilik hastalığıdır. İç faktöre çare bulmadıkça, dış faktöre karşı mücadele etmek, bu utanç verici güçsüzlükten, zilletten kurtulmak mümkün değildir.