Bazen günlüğümün sayfaları arasında yaşlı hatıralarla baş başa kalmayı seviyorum.
2005 yılı baharı.
Avusturya Alplerinde, Salzburg’da göl kıyısında on sekizinci yüzyıldan kalma bir şato. Görmüş geçirmiş ulu ağaçların, ıhlamur ve kestanelerin, çınar ve çamların ortasında baharın iç bayıltıcı kokusu ve kuş cıvıltıları...
Gölde kuğular yüzüyor. Cennetten bir köşe.
Neler yaşanmış burada?
Hem güzellikler, hem çirkinlikler. İnsanoğlu nelere kâdir olabildiğini bir kez daha göstermiş.
Katolik bir prens, bir başpiskopos 1700’lerin başlarında bu topraklara el koymuş. Tam yirmi iki bin Protestanı zorla evinden barkından etmiş, kovmuş buralardan. Sonra sıra Yahudilere gelmiş. Onlar da bu topraklara veda etmek zorunda bırakılmış.
Başpiskopos sanatsevermiş, güzel yaşamaya düşkünmüş. Çok sevmiş bu şatoyu. “Bakın, öldükten sonra kalbini bu küçük ibadet yerindeki şu siyah mermer taşın altına gömdürmüş,” diyor.
Başpiskoposun yerini alan yeğeni bir kont da şatonun sanat geleneğini sürdürmüş. Rembrandt, Rubens, Dürer ve Titian’ın resimlerinden bir koleksiyon yaratmış. Bu arada, Salzburglu olan Mozart’ı himaye etmiş. Sanatla, müzikle dolu geçen yıllar yaşan- mış bu şatoda.
Birinci Dünya Savaşı ise yıkım olmuş.
Savaş sonrası çok zengin bir Yahudi tiyatro adamı satın almış şatoyu. Hitler 1938’de Avusturya’yı istila edince, sahibi Yahudi olduğu için şatoya el koymuş Naziler. Eski güzel günleri burada bir daha yaşayamadan New York’ta ölmüş şatonun asıl sahibi.
Savaş sonrası her şey artık Amerika’da yaşayan sahiplerine iade edilmiş. Onlar da Harvard Üniversitesi mezunu birine bu şatoyu teslim etmişler. 1947’de böyle doğmuş Salzburg Seminerleri.
Hakikaten cennetten bir köşe.
Yine aynı şey kafama takılıyor. İnsanoğlunun kendi elleriyle cennette cehennem yaratabilme kabiliyeti... Belki de insanın içindeki gizli bir köşede hep kendini saklayabilen bir kötülük var.
Bir kötü ruh!
Ya da bir şeytan saklanabiliyor insanoğlunun o derinliklerinde. Fırsatını bulunca da yapacağını yapıp sonra yine siniyor, saklanıyor iç dünyamızın kuytuluklarında... Göl kıyısındaki Leopoldskron Şatosu’nun son dört yüzyıllık tarihi de bunun kanıtı sayılabilir.
İnsanoğlunun cennette cehennem yaratma yeteneğine özellikle 1990’lı yıllarda gezdiğim birçok yerde kendi gözlerimle tanık olmuştum. Saraybosna’da, Mostar’da, Bihaç’ta, Kosova’da, Beyrut’ta, Kuneytra’da...
İnsanoğlu belki yeterince acı çekmeden olgunlaşamıyor. Birbirini tüketemeyeceğini anlamadan huzura kavuşamıyor. Ben ve öteki, biz ve onlar gibi yabancı kavramından türeyen düşmanlıkları en aza indirmeden, etkisiz kılmadan ‘iç barışı’nı yakalamıyor insanoğlu.
Bir başka deyişle: Barış yapmak için kim bilir ille de acı çekmek gerekiyor. Bir büyük salon. Masaların çevresinde kırk kadar tarihçi, akademisyen. Amerikalı, Türk, Ermeni, Yahudi, Alman... Liberal ve milliyetçi Ermeni akademisyenlerin kapışması...
Konu, Osmanlı İmparatorluğu ve Ermeniler. Workshop şeklinde düzenlenen toplantıların dördüncüsü göl kıyısındaki bu görkemli şatoda yapılıyor. Soykırımların dini, etnik nedenleri ve milliyetçilik konusu... 1915 Ermeni tehciri ve soykırım... Belki bir tek Türk ulusal marşının, yani İstiklal Marşımızın korku sözcüğüyle başlıyor olmasının anlamı...
Anadolu’nun Türkler tarafından yurt olarak seçilmesi... Ve özellikle Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan göç etmek zorunda bırakılan Türklerin Anadolu’yu son yurt olarak görmelerinden ve gidecek bir başka yer kalmamış olması gibi bir duygudan kaynaklanan ‘Anadolu’yu kaybetme korkusu’nun oynadığı rol...
Milliyetçiliklerin çarpışması!
Anadolu’da Ermenilere, Rumlara yönelik toplumsal kıskançlık olgusu... Böylece yaşanan korkunç olaylar!
Soykırım mı, değil mi?
Yaşananların korkunç olduğunun altını çizmek ve bundan duyulan üzüntü ve acıyı belirtmek yeterli olmuyor mu?
İlle de soykırım mı?
Gözlemci olarak izliyorum. Herkes bağırıp çağırmadan oturup konuşuyor. Kimse birbirinin gırtlağına sarılmak ihtiyacını hissetmiyor. Doğrusu da bu. Uygarca olan da bu. Oturup konuşmak, medeni diyaloglar örmek, uzlaşma noktaları yakalamak. Tartışmayı bir düello gibi görmeyen, kendi fikriyle karşısındakini yok etmeye çalışmayan, kendi doğrusunun tek doğru olduğunu sanmayan bir üslupla tartışmak. İlle de cennette cehennem yaratmak gerekmiyor.
Salzburg’da, göl kıyısında yine ‘yalanda yaşama’yı düşünüyorum. Türk-Ermeni sorununun ele alındığı Salzburg Semineri’nin ikinci gününde de tarihçilerin seslerini hiç yükseltmeden tartışmaları beni başka düşüncelere sürüklüyor.
Gerçeğin bir değil bin yüzlü olduğunu bir kez daha anlıyorum. Gerçeğin kimsenin tekelinde olamayacağını, doğruların sürekli sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.
Klişelerden sakınmak!
Bir başka konum da bu. Sloganlara rağbet etmeden, beyni sloganların emrine vermeden düşünmenin hayattaki yaşamsallığı yine gelip kafamı tırtıklıyor.
Bunca yıl ezberler korundu da ne oldu? Bunca yıl resmi çizgi varlığını sürdürdü de ne değişti?
Fethiye Çetin’in anneannesinin adını soyadını, anneannesinin anasıyla babasının isimlerini sakladık, yasakladık da ne oldu? Hikâyesi yok olmadı ki. Çektiği acılar unutulmadı ki. 90 yıl sonra da olsa öğrendik. Fethiye Çetin’in Metis Yayınları’ndan çıkan Anneannem isimli kitabını okudunuz mu?
"Cami avlusunun en kuytu köşesine sinmiş kadınlarla bekleşiyoruz. Öyle çaresiz bekleşir ve yeni gelenlere sarılıp ağlaşırken, erkek kalabalığından biri, yanımıza hızla ve telaşla gelip sordu:
- Seher Teyze’nin annesiyle babasının adı nedir?
“Bu soruya hemen cevap gelmedi kadınlardan. Sessizlik ve karşılıklı bakışmalar dikkati çekecek kadar uzadı.
- Babasının adı Hüseyin, annesinin adı Esma.
“Teyzem bu sözleri söyler söylemez bakışlarını, onay bekler gibi bana çevirdi. Yüreğimden kopup gelen ve sessizliği yırtan şu sözler kendiliğinden ağzımdan döküldü:
- Ama bu doğru değil!.. Onun annesinin adı Esma değil, İshugi. Babası da Hüseyin değil, Hovannes!.. Kendi adı da Seher değil, Heranuş’tu onun.”
Fethiye Çetin güzel kitabında “Bu coğrafyada herkesin şu ya da bu şekilde bildiği ama üzerinde konuşmamayı tercih ettiği saklı yaşamları” anlatıyor.
Anneanne her acı hatırayı anlatıp bitirirken hep aynı şeyi dilermiş:
“O günler gitsin, bir daha geri gelmesin...”
Evet, geri gelmesin! Fethiye Çetin, Ermeni olan anneannesini yazmış. Yarın biri çıkar Türk olan anneannesinin acılarını, yarın biri çıkar Kürt olan anneannesinin acılarını kitaba döker.
Döksün.
Niye korkacağız ki?
Herkesin meşru acıları var. Türk, Kürt, Ermeni... Herkes acıları karşılıklı olarak hissettikçe, insani olanı karşılıklı olarak anladıkça, vicdani olan süreç işlemeye başlayınca, hiç kuşkunuz olmasın, yalanda yaşamak sona erecek ve tarih barışın önünde engel olmaktan çıkacaktır.
(Hasan Cemal, 1915: Ermeni Soykırımı, Everest Yayınları, 2012, s.53-57)