Fıkıh

Ali Bulaç

Lügat anlamı, bilmek, anlamak, idrak etmek, bir şeyin künhüne, özüne vâkıf olmak; ona bağlı anlamları kavrayarak gizli yanlarını ortaya çıkarmak demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de din konularını anlamak bakımından bu anlamda övgüyle kullanılmıştır. (17/İsra, 44)

Ancak sonraki dönemlerde, özellikle yeni yerlerin fethedilmesi, yeni meselelerin ortaya çıkması sonucu kelâm, tefsir, hadis, tasavvuf ve tarih gibi “Fıkıh” da yeni bir ilim dalı olunca kelime olarak lügat anlamının dışında ıstılahî özelliğini kazanmış ve 1400 senelik uzun geçmişi olan bir ilmin adı olmuştur.

Istılah anlamı, “insanın amel cihetiyle lehine ve aleyhine olan şer’î hükümleri bir meleke hâlinde bilmesi” demektir. Bu izah daha çok Hanefîlere göre yapılmıştır. Şafiîlere göre ise fıkıh, amelî konularda yani ibadetler, muamelat ve ukûbât (cezalar) müteallik şer’î hükümleri mufassal (ayrıntılı) delilleriyle bilmekten ibarettir. (Ö. Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye Kamûsu, c. I, s. 13-14)

Şer’î olan bu ahkâmı bilmeye: (fekahet), bu ahkâmı bilene: (fakîh), çoğulu: (fukaha) bu ilmi tahsil etmeye de: (tefekkuh) denilir. İbn Haldun’a göre eskiden (fukaha) yerine (kurrâ) deyimi kullanılırdı.

Fıkıh yalnız kelime olarak değil, ihtiva ettiği konular bakımından da çeşitli değişiklikler geçirmiştir. Söz gelişi Ebu Hanife iman, itikat, ahlâk ve kelâm konularını da fıkhın içinde mütalaa ederken sonraları bunlar ayrı bir ilim olarak gelişip fıkıhtan ayrılmışlardır. Bu anlamda bugün yaygın şekliyle fukaha tarafından “içtihad sonunda elde edilen hüküm ve netice” yahut İslâm Hukuku olarak kabul edilmiştir. (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İçtihad, s. 19)

Fıkhın konuları Mecelle’de de belirtildiği gibi (Madde: 1 ve açıklaması) ya ahiretle ilgili olur ki ibadetler bölümü bunları ihtiva eder ya da dünya ile ilgili olur ki muamelat ve ukûbât bölümlerinin konusu teşkil eder.

Genellikle bütün fıkıh kitaplarında konu sıralaması aynıdır. İlk bölümler ibadetlerden ibarettir. İkinci bölüm muamelattır. Bu bölümde evlenme, boşanma, alış-veriş, ticarî ilişkiler, kiralama, borç, şirketler, rehin, hacr, iflas, sulh, kefalet, vekâlet, gasb, hibe, vesayet, feraiz ve bunlara benzer konular işlenir. Üçüncü bölüm cezaları ihtiva eder; buna ukûbât denir. Bu bölümde cinayetler, kısas, yaralama, diyet, zina, kazf ve hırsızlık gibi konular vardır.

Fıkıhın görevi, İslâm’a inanan insanların bir toplum düzeni içerisinde sosyal ve ekonomik hayatlarını başkalarıyla olan ilişkilerini dinin temel kurallarına, benimsediği dünya görüşü ve sisteme göre düzenlemektir. Fıkıh bir Müslümanın bütün hayatını kuşatır. Başta Allah’la olan ilişkilerini düzenlediği gibi toplum, devlet ve daha genel olarak bütün insanlıkla olan sosyal, iktisadî, ahlakî davranışlarını kaide ve prensiplerle, hükümlerle belirler, düzenler. Bu itibarla fıkhın konusuna giremeyecek hiçbir ferdî, ailevî veya içtimaî bir mesele yoktur. Fıkıh bu temel karakterinden dolayı değişirlik özelliğini taşır. Yani fıkhın iki temel kaynağı olan Kur’ân ve Sünnet değişmediği hâlde bu iki kaynağın ürün olan ve bir bakıma içtihadlar bütününü teşkil eden fıkhî hükümler zamanın ve toplumun şartlarına, yeni gelişmelerine göre değişir, yeni tavırlar kazanır. Bu da bir bakıma İslâm hukukunun sahip olduğu “esneklik” özelliğinin bir sonucudur ve böyle olması, fıkhın canlı hayatla iç içe olmasını sağlar, onu donuk, sıkıcı ve kuru emirlere, nehylere ve ölü formalitelere dönüşmekten kurtarır.

Diğer dinlerden farklı olarak dünya hayatına büyük önem veren İslâm tarihi boyunca geliştirdiği fıkhında iktisadı, sosyolojisi, hukuk felsefesi ve ahlâkı yatmaktadır. 20. yüzyılın başlarından itibaren İslâm hukukçuları devletler arası hukuku, aile, miras, medenî, iktisat ve ahlakla ilgili yeni çalışmalar ortaya çıkarmışlardır. Bu da fıkıh tarihinde, fıkıh çalışmalarına yeni bir usul getirmiştir.

İslâm hukukunun belli başlı dört kaynağı vardır. Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas. Bunların dışında on’a kadar çıkarabileceğimiz kaynaklar da vardır. Geçmiş peygamberlerin şeriatleri ile bir toplumun eskiden beri biline gelen örf ve teamülleri -Kitap ve Sünnet’e ters düşmemek şartıyla- bunlar arasında zikredilebilir.

İslâm fıkhında tarih boyunca gelişmiş dört büyük mezhep vardır: Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî. Bunlardan başka Caferiyye mezhebi ile mezhep kuramamış veya kurup da tutunamamış daha birçok mezhepler vardır. El-Cevzî (ölm. 597/1200) ve İbn Hazm’ın (ölm. 456/1063) (Zahiriye) mezhebi gibi. Bu mezheplerin her biri gerçekte birer ekoldürler. Aralarında açık nasslar da değil fakat haklarında nass (Âyet ve Hadis) bulunmayan meselelerde yine nasslara dayanarak değişik içtihad ve anlayış farkları mevcuttur. Mezheplerin ortaya çıkışı İslâm fıkhının uygulanışını kolaylaştırmış ona yeni boyutlar, ufuklar kazandırmıştır.