Müslümanların adalet Tasavvuru var mı?/8
Müslümanların nasıl bir adalet tasavvurunun olduğunu ya da olup olmadığını tartışırken, meselenin ister istemez bir şekilde fıkıhla kesiştiğini belirtmek gerekiyor.
Çünkü fıkıh, özü itibariyle dinin asli kaynaklarından gelen kuralların, her dönemin şartları, kültürü ve örfü içinde yorumlanmasıdır. Kısacası fıkıh, dinin asli kaynağı olan Kur’an sünnete aykırı olmamak şartıyla, Müslümanların ameli hayatlarına rehberlik eder, çözümler üretir.
Ama unutmamak gerekiyor ki fıkıh hiçbir zaman dinin kendisi değildir. Bir fıkıh otoritesi ve aynı zamanda pozitif hukuka da vakıf olan Ali Bardakoğlu Hoca’nın bu konudaki şu tespitinin altını çizmek gerekiyor: “Fıkhın temsil ettiği hukuk kültürünün ve ameli tecrübenin ‘dine uygun olarak’ değil, ‘dine aykırı olmadan’ gerçekleşmesi yeterlidir. Bu ayrım son derece önemlidir. Çünkü dine uygunluk şartını ararsanız, dini ameli hayatın her alanına sürmüş ve dinin üzerine çok yük yüklemiş olursunuz. Halbuki bir görüş ve yorumun Allah’ın din olarak gönderdiği İslam’ın şeriatına, İslam’ın esaslarına aykırı düşmemesi yeterlidir.” (Yüzleşme, s.226)
Esas itibariyle fıkhın, bir başka deyişle Müslüman toplumların oluşturduğu hukuki kurallar, hiç yoktan var edilmiş, yani İslam’ın icat ettiği kurallar değildir. İslam, Arap toplumlarında zaten var olan örfi hukuku toptan yok etmemiş, Kur’an ve Sünnetin rehberliğinde bir bakıma bu kuralları tamir etmiştir demek daha doğru tespit olacaktır.
Sonuç itibariyle, İslam gelmeden önce de Arapların ticaret, miras, evlenme-boşanma, ceza gibi konularda örfe dayalı bir hukuku vardı, ‘akit’ ve ‘hakemlik’ müesseseleri vardı. Hz. Peygamber, İslam öncesi Arap toplumunda var olan ’hakemlik’ sistemini uygulamış, Müslümanların aralarındaki anlaşmazlıklarda hakem olmuştur. Kur’an’da bu konudaki ayet hakem seçmedeki eski serbestinin aynen geçerli olduğunu göstermektedir. “Hayır, Rabbine and olsun ki onların aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılmadıkça ve nefislerinde senin verdiğin hükme karşı bir sıkıntı duymayıp tamamıyla teslimiyet göstermedikçe gerçekten iman etmiş olmazlar” (Nisa/65)
İslam öncesi Arapların örfi hukukunun teknik terminolojisinin, İslam hukuku terminolojisinde önemli ölçüde devam ettiğini belirten İslam hukukçusu Joseph Schacht, bu konuda şu tespiti yapıyor: “Genel bir deyişle Hz. Muhammed’in mevcut örfi hukuku değiştirmesi için pek sebep yoktu. Peygamber olarak onun amacı, yeni hukuk sistemi ortaya koymak değil, insanlara nasıl davranacaklarını, ne yapacaklarını ve hüküm günü başarılı bir hesap verip cennete girmeleri için nelerden sakınacaklarını öğretmekti.” (İslam Hukukuna Giriş, s.32)
Açıkça ifade etmek gerekirse, Mar’ruf’un yani ma’şeri vicdanın, bir başka deyişle akıl sahibi insanların güzel ve doğru olarak gördüğü örf ve adetleri İslam aynen korumuş, sadece aksayan yönlerini tamir etmiştir.
Ancak, Müslüman zihnine ufuk açan ve geniş bir hayat perspektifi sunan ma’ruf kavramı, zamanla sadece şeriat kavramı içinde değerlendirilerek bir anlam daralmasına uğramıştır. Bardakoğlu Hoca’nın kitabında, T. Izutsu’ya atfen söylediği gibi, klasik dönemin hal ve şartlarının gereği olarak ortaya çıkan ma’ruf kavramının orijinal anlamı perdelenmiştir. Maalesef bu anlam daralması, yüzyıllar içinde Müslüman toplumların dinin özünün anlaşılması konusunda bir ufuksuzluğu da beraberinde getirmiştir.
Oysa dinin bize gösterdiği hedef son derece net, kendimizi ve hayatı tanımamızı, evrene dikkatle bakmamızı ve böylece varoluşla yaratan arasındaki bağı daha bütüncül bir bilinç düzeyine çıkarmamızı istiyor. Ama ne hikmetse Müslümanlar bu hedefleri hayatlarının merkezine alarak yaşanan dünyanın gerçekliğini anlamak yerine, geçmiş dönemlerin uygulamaları üzerinden fetvalar üretmeyi tercih etmiş ve bir türlü dünyalı olamamışlardır.
Hiç lafı çoğaltmadan söyleyelim, Kur’an ve Sünnet’in gösterdiği çizgide fıkhı doğru anlayabilmemiz için, Kur’an’ın hayatın gerçekliğini ve doğal seyri içinde vahyedildiğini bilmemiz gerekiyor. Zaten Hz. Peygamber de 23 yıllık peygamberlik dönemi içinde, toplumun örfünü ve adetlerini dışlamadan Müslümanlar açısından bir örneklik oluşturmuştur.
Kur’an ve Hz. Peygamber’in sünneti, aslında geçmişte var olan ama zamanla bozulan ahlaki değerler, o günün Müslüman toplumunda yeni bir hayat tarzı oluşturmuştur.