Emanet İsimler

Ali Bulaç

Bilinç sahibi diğer narî ve nurî varlıklardan ayrı olarak yüce Allah’ın insanı kendi eliyle tesviye etmesi yani insan denen varlığı bu forma sokması, ruhundan ona üflemesi, ona isimleri öğretmesi, cennete yerleştirmesi ve sıkı tenbihe rağmen “ağaca yaklaşma”sı ile işlediği günahtan nedamet edip tevbe etmesi üzerine onu yeryüzünde halife kılmasının hikmetine Ahzab suresi 72. Ayette işaret edilmektedir:

“Gerçek şu ki, biz emanetleri göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi. Çünkü o, çok zalim, çok cahildir.”(33/72)

Allahu a’lem bi muradihi, bana göre burada söz konusu olan emanet “isimler”dir. Bakara, 31. Ayette zikri geçen isimlerin üç anlamı var: İlki Allah’ın isim, sıfat ve fiillerinin öğretilmesi; ikincisi varlık aleminin bilgisi; üçnücüsü insanın eşya ve olaylara isim koyma yeteneği.

“Varlık alemi”nde yer alan herşey Allah’ın yaratması ise –ki öyledir- ve her şey O’nun varlığına ve birliğine işaret eden bir “alamet” ise, her varlık ve nesne O’nun bir isminin tecellisi ve tezahürüdür. Zira varlık aleminin kendisi isimlerin tecellisi ve tezahürü, yani varlık alanına çıkmış olması ve el’an çıkmakta olan halidir. O “ el Hayy” olmasaydı hiçbir varlık hayat sahibi olmazadı, O “el Alim” olmasaydı hiçbir canlı (melekler, cinler ve insanlar) bilemezler/öğrenemez, bilgi sahibi olamazlardı. Denizlerde kopan fırtınalar sanki O’nun celal, yüce dağlar O’nun azamet ismini tecelli ettirirler. Rengarenk çiçekler, tabiattaki harikulade manzara, güzellikler O’nun cemal isminin tecellileridir. Kısaca varlıkta olan her yaratık/varlık varoluşunu, varolmaklığını O’nun bir veya birkaç isminden alır.

Yüce Allah’ın nun-u azameyi kullanarak “emanetleri göklere, yere ve dağlara sunması” her varlığın kendini idraki seviyesinde vuku bulmuş bir olay olabileceği gibi, tefsircilerin varsaydığı gibi “temsili” de olabilir. Her iki durum asıl temanın özünü değiştirmez. Asıl tema şu ki, insan bir veya iki-üç ismi kendinde tezahür ettirmekle yetinmeyip, neredeyse tümünü tezahür ettirmeye talip olmuştur. “Uluhiyet (ilahlık/tanrılık) ve rububiyet (rab olma)” sıfatları hariç, sayılan isimlerin tümü insanın tutum ve davranışlarında, seçim ve eylemlerinde tezahür eder. Hem münferit olarak hem toplu halde. Kopan fırtınada, yıkıcı depremde, herşeyi önüne katıp götüren tsunamide merhamet ve şefkat; insanın içini ferahlatan bir bahar manzarasında kahredici- korkutucu sıfatlar yoktur. Ama insan yerine göre merhametli ve şefkatli, yerine göre kahredici ve korkutucu olabilir.

Diğer bütün varlıklar ilahi isimleri birer ayna hükmünde yansıtırlar, tezahürü perdeleme güçleri yoktur. İnsan ise basit bir ayna değildir, akıl ve iradesi, seçme özgürlüğü ve tercihleriyle ilahi isimleri yansıtır. Bir yoksulu doyurmak, bir yetimin şefkatle başını okşamak, bir depremzede veya mülteciyi ensar olmak veya zayıfların haklarını ellerinden almak, birinin emeğini sömürmek, yasak bir fiili işlemek iradi tercihe dayalı eylemlerdir. Çiçek fıtratı icabı açar ve cemal sıfatını tezahür ettirir, çiçeğin elinden başkası gelmez. İnsan isterse ihsanda bulunur, kendinde ve fiillerinde güzellikleri, estetik olanı tezahür ettirir, isterse kendini ve fiillerini çirkinleştirir, kabih ve habis varlık olur.

Akıl ve irade yardımcı faktörlerdir. Akılla insan seçer, muhasebe ve muhakemede bulunur. Analiz eder, hükme varır. İrade, özgürlüğü bir yönde kullanma melekesidir. İnsan aklını vahyin ışığında kullanıp nefsinin istek ve tutkularına karşı mukavemetli olursa ilahi isimleri yansıtır, güzel insan olur, çünkü iyilik, güzellik, doğruluk, hak ve hakikatin kaynağı Allah’tır. Aklını nefsinin kontrolüne verir, önyargılarının esiri olur, mücrim atalarının yolunda yürümeye devam eder de iradesini kötü yönde kullanırsa zulmeder, hak ve hukuk ihlal eder, yıkıcı ve tahripkar olur. Kötülük aklın ve iradenin yanlış kullanımından doğar ki batılın, yanlışın, kötülük ve çirkinliğin kaynağı kötülüğü emreden Nefs-i emmarenin dizginlenemeyen istek ve tutkuları, doymaz hırs ve ihtiraslarıdır.

İlahi isimler birer emanettir. Ayette emanetin çoğul “(emanât: emanetler)” şeklinde gelmiş olması tesadüfi değildir, bu insanın üstlendiği şeylerin birden fazla olduğuna işaret etmektedir.

Zalim ve cahil olduğu halde insan neden emanetleri üstlenmeyi kabul etti. Kendine olan özgüveninden mi, yoksa diğer bütün varlıklara nazaran yüce Allah’a olan sevgi ve iştiyakından mı? Onun ontolojik mayası toprak olan dünyevi tabiatına bir ilahi öz, müteal/aşkın bir tabiat olarak üfürülen Nefha-i ruh, daimi bir biçimde onu kendi asli özüne, aslına yani Rabbine sevkeder, insanda fıtratı itibariyle Rabbine karşı büyük bir sevgi ve iştiyak bulunmaktadır. Başka varlıklar kendi yaratılış kapasiteleri itibariyle birkaç hasletle, tezahür ettirdikleri isimle yetinebiliyorlarken insan öyle değildir, kainatları içine alacak bir kapasiteye, vüs’at ve istidada sahiptir. Potansiyellerini harekete geçirdiği oranda ilahi özüne, Rabbine yaklaşır-yakınlaşır, yani varoluşunun sebeb-i hikmetini gerçekleştirmiş olur. Başka şekilde nefsi mutmail olmaz, yatışmaz, durulmaz. Ancak Rabbine kavuşmak üzere yola koyulan insan çeşitli zorluklar, engellerle karşılaşır, yol dümdüz değildir, engebelidir, zikzaklı ve çetindir.

Ayetteki “cehul/hayli cahil” bilgisiz, bilmez, zihni sıfır noktada olan varlık değil, bildiği halde nefsinin istek ve tutkularına kapılıp olması gerekeni yapmamaktır. Ebu Cehil bunun tipik örneğidir. Ebu Cehil Kureyş’in en kültürlü, bilgili insanlarından biriydi, peygamberlik niçin kendi ailelerinden birine değil de Haşimoğullarından birine verildi diye inkar ve isyan etti. O Allah’a inanıyordu, putlara uluhiyet atfedecek kadar aptal değildi ama peygamberliğin tarih boyunca kendileriyle rekabet içinde oldukları bir aileden olan Hz. Muhammed (s.a.)’e inmesini bir türlü içine sindiremedi, tıpkı Yahudilerin, beklenen peygamberliği Hz. Muhammed’e getirmesi dolayısıyla Cebrail aleyhisselama husumet beslemeleri gibi. Zina eden, hırsızlık yapan kimse bunların yasak fiiller olduğunu “bilir” ama kendini bunlardan yapmaktan alıkoyamaz, işte bu cehalettir.

Cehaletin insanı sürükleyebileceği en aşağı dereke “şirk”tir ki, bu yüzden “şirk en büyük zulüm” (31/Lukman, 13) olarak nitelendirilmiştir. Adalet şeyleri yerli yerine, mesela taşı gediğine koymak, olması gerekeni yapmaktır; zulüm ise tam aksine şeyleri yerli yerine koymamak, olmaması gerekeni yapmaktır. İnsan bunu hep bu hataya düşer, bu yüzden çokça zalimlik yapar. İnsanı yanıltan önemli bir nokta var. İsimleri hayatında tahakkuk ettirmek üzere kendisine diğer varlıklardan farklı yetenekler ve melekeler bağışlanmış olan insan üç büyük hataya düşer:

a) Sahip olduğu her yetenek ve melekeyi kendinden bilir, ilahi isimleri temellük eder; bu Allah’ın hakkına tecavüzdür.

b) İsimleri Allah’ın birliğini, ilim, irade ve kudretinin tezahürleri olarak kullanması icap ederken, amaçlarına aykırı kullanır; yanlış ve haksız kullanım sonucunda etrafına, başka insanlara ve canlı hayata zarar verir, zulüm adeti ve tabiatı haline getirir.

c) En tehlikeli olanı ise uluhiyet ve rububiyete iştirak etmeye, ortak olmaya kalkışır ki bu insanın nemrutlaşması, firavunlaşması, tiranlaşmasıdır. İlahi isimleri tezahür ettirme görevine talip olan insanın yapması gereken şey, sahip olduğu her türlü meleke, yetenek, güç ve imkanı asıl sahibine, yani Vacibu’l Vücud olan Allah’a irca etmesi, gösterdiği yönde kullanmasıdır. Çünkü beşeri eylemlerimizin tamamının potansiyel kaynağı olan isimlerin tamamı Allah’a aittir, her biri bize bir emanet olarak verilmiştir.