Din referanslı baskıcı model adalet dağıtabilir mi?

Mehmet Ocaktan

Müslümanların adalet tasavvuru var mı?/6

Şeriat söylemi, doğrudan Kur’an’dan çıkarılan bir model değil, daha çok kültürel milliyetçilikten ilham alınarak oluşturulmuş bir öze dönüş söylemidir.

Özellikle 20. Yüzyılda Müslüman ülkelerdeki İslamcı entelektüeller tarafından dillendirilen bu ’öze dönüş’ öylemi, Hz. Peygamber’in vefatından sonra yönetime gelen Raşit halifelerin uygulamalarını dikkate almayan bir yaklaşımın ürünüdür.

Zira bu ilk Müslüman nesiller pratik gereklilikleri de dikkate alarak hukuku, o günün toplumsal şartlarına göre uyarlayarak bir yönetim modeli oluşturdular. Ancak daha sonraki dönemde bir hanedanlık devleti oluşturanlar, Sami Zubaida’nın da işaret ettiği gibi İslam’ın hanedanlık devletleri, sadece kendi ihtiyaçlarına dini retorik kılıfını giydiren çoğunlukla baskıcı zorbalardı. Bunun gibi halifelik de dini görüntüsüne rağmen, her zaman dünyevi ve çoğunlukla zalim ve fasık bir yönetimdi. (1, s.275)

Kaldı ki Müslüman ülkelerdeki ‘öze dönüş’ fikrini savunan İslamcı entelektüellerin aksine şeriat da tarihsel süreç içinde evrimleşerek oluşan insan yapımı kanunlar içermektedir.

Dolayısıyla, modern dönemde İslam ülkelerindeki pozitif hukuk arayışlarını, İslam’ın özünden ve tarihinden koparılması olarak değerlendirenlerin iddiaları, slogandan öte bir anlam taşımamaktadır. Bu konuda Mısırlı hukukçu Muhammed Selim el-Avva’nın kendisiyle yapılan bir röportajdaki şu ifadeleri, slogancı yapının en önemli göstergesidir:

“Şeriat, İslam medeniyeti projesinin omurgasını oluşturmaktadır. Eğer bu omurga sarsılırsa, o zaman İslam medeniyeti de yok olacak ve Batılı, Budist ve birtakım başka medeniyetlerin dönüştürülmüş bir sureti haline gelecektir. Dünyadaki hiç kimse bir toplumun, kendi mirasına (turas) dayanan hukuki, eğitimsel ve kültürel rejimini oluşturma hakkını engelleyemez… Bizim ülkemizde sömürgecilik yüz yıldır İslam şeriatına dayanan hukuku bastırmıştır.”

Maalesef Müslüman toplumlarda kurumsal anlamda bir hukuk sisteminin oluşamamasının en önemli engellerinden birisi, bu slogancı zihniyet yapısıdır. İslam fıkhı ‘şeriat’ retoriği üzerinden izah edilmeye çalışıldığı için fıkhın reel hayatla ve dönemsel şartlarla bağları koparılmıştır. Oysa fıkıh, her dönemin toplumsal ve kültürel iklimini dikkate alarak hayatın içinde var olma durumundadır.

Unutmayalım İslam bir dindir, şeriat değerleriyle programlanmış, tüm zamanlar için sabitlenmiş bir devlet modeli değildir. Ayrıca İslam’ın bir devlet ve hükümet şartı da yoktur. Eğer şeriattan kastedilen fıkıh literatürü içinde yer alan tarihsel birikim ise, bu her dönemin kültürel ve toplumsal şartları içinde oluşan uygulamalar bütünüdür. Kaldı ki pozitif hukuk ile fıkıh ilkesel anlamda ortak bir geleneğe sahiptir.

Çünkü gerek fıkıh gerekse modern hukuk aslında insanlığın ortak tecrübesinin bir ürünüdür.

Genel anlamda Kur’an’ın ve sünnetin esas alınması gerektiğinin altını çizen Mısırlı medeniyet tarihçisi Hüseyin Ahmet Emin, fıkhın her dönemin değişen kültürel ve toplumsal şartlarına göre okunmasının önemine dikkat çekerek şunları söylüyor: “Şeriat bir yandan sabit ve değişmeyen dini kurallar ve ilkeler bütünü iken, aynı zamanda sınırları içerisindeki evrimin ve gelişimin önemini göz ardı etmemekte; bireylerin ve toplumlarının atalarının öngöremediği alanlardaki çıkarlarına hizmet edecek yeni sistemlerin benimsenmesine de izin vermektedir.” (2)

Eğer belli bir ideolojik perspektiften değil de daha geniş bir çerçeveden bakabilirsek görürüz ki fıkıh, İslam toplumlarının tarih içindeki yolculuğunda, insanların bireysel ve toplumsal sorunlarına çözüm üreten, hayatlarını kolaylaştıran bir hukuk mekanizması olmuştur.

Yunan medeniyeti nasıl bir ‘felsefe medeniyeti’, Batı medeniyeti ise ‘bilim ve teknoloji medeniyeti’ olarak anılıyorsa, İslam medeniyetinin de bir ‘fıkıh medeniyeti’ olarak anılması gerektiğini belirten Muhammed Abid el-Cabiri diyor ki: “Fıkıh, Arap-İslam toplumunda insanlar arasında en adil paylaşılan bir şeydir, diyebiliriz. Bu özelliklerinden dolayı fıkhın -esas hedefi olan-, sırf fert ve toplumun fiili davranışları üzerinde değil aynı zamanda akli davranışları, yani düşünme ve düşünsel üretme yolları üzerinde de güçlü etkileri vardı.” (3)

‘Fıkıh medeniyeti’ tanımlaması belki biraz abartılı olabilir ama bir gerçek var ki fıkıh, geçmiş Müslüman toplumlarda işlevsel bir fonksiyon icra etmiştir. Hal böyleyken, modern zamanlarda fıkhı ‘şeriat devleti’ ütopyasına hapsederek, fıkhın Allah’ın kanunu olduğunu, değişmesinin asla mümkün olmadığını söylemek, onun bugünkü dünyada geçerliliğinin olmadığını söylemekle eş anlamlıdır.

1-İslam Dünyasında Hukuk ve İktidar, s.275

2-a.g.e, s.278

3- Arap Aklının Oluşumu, s.111