Din Müntesiplerinin Sorumluluğu

Ali Bulaç

1994 yılında Kahire’de düzenlenen Nüfus Konferansı’na Katolik Kililesi’nin en büyük lideri papa ile birlikte İslam dünyasından çok sayıda ulema ve İslami kuruluşu ortaklaşa tepki göstermişlerdi. Söz konusu tepki laik/seküler çevrelerde hem şaşkınlıkla karşılandı, hem de belli ölçülerde bir tedirginliğe yol açtı.

Öyle anlaşılıyor ki, aynı ilahi kaynaktan neş’et eden semavi dinlerin temsilcileri ile “hiç bir şeyden neş’et etmeyen” laik/seküler çevreler, ilk defa ve açıkça karşı karşıya gelmişlerdi. Mesele, yakından bakıldığında, nüfus artışı ile ekonomik kaynakların kullanımı ya da giderek artış gösteren nüfusa yeterli eğitim, sağlık vb. hizmetlerin temin edilmesinde ortaya çıkan zorlukların çok ötesinde bir anlam taşıyordu. Bu olayda ontolojiden hayatın anlamı ve insanla ilgili iki bakış açısı arasında derin bir çatışmanın izlerini müşahede etmek mümkün.

Modern bakış açısı, milyonlarca yıl sonunda “evrimleşerek” bugünkü düzeyine geldiğini kabul ettiği insanın hiçbir ilahi/aşkın (mtkeal) anlam taşımadığını, diğer canlı türler içinde konuşma, düşünme ve iş/alet yapma gibi özellikleriyle temayüz edip bütün farklılığının sadece bunlara dayandığını varsaymaktadır. Samevi dinlerın bakış açısından ise, insan, Allah’ın yarattığı ve belli bir amaçla dünyaya gönderdiği seçkin bir varlıktır. Yaratılışı gibi hayatı da kutsaldır ve bu kutsallık hakkı, maddi ve geçerli bir sebep olmaksızın asla zedelenemez, tecavüze uğrayamaz.

İnsan doğumundan sonra değil, ana rahmine düştüğü andan itibaren bir takım haklara sahiptir. Bir haftalık bebeği öldürmek nasıl bir cinayet ise, tıpkı bunun gibi annesinin karnında birkaç haftalık cenini de öldürmek bir cinayettir. Diğer bir ifade ile kürtaj vahşiyane bir katil fiilidir ve her üç din de bunu böyle kabul eder.

İnsanın dünya hayatını sürdürürken muhtaç olduğu gıda ve geçim kaynakları modernler açısından rasyonel yöntemlerle planlanmadıkça temin edilemez; dinler ise Allah’ın insanı rızkıyla yarattığını kabul eder ve “geçim korkusuyla çocukların öldürülmesi”ni kesin olarak yasaklar (17/İsra, 31). Eğer ortada açlıktan dolayı münferid veya kitlesel ölümler varsa ya da insanlar kendi insanî haysiyetlerine yaraşır düzeyde beslenemiyorlarsa, bu, kaynakların yetersizliğinden değil, bir ülkedeki ulusal veya dünyadaki uluslararası adil olmayan ekonomik paylaşım düzeyinden kaynaklanmaktadır. Şu halde varoluşun amacına uygun olarak yapılması gereken şey, anne karnındaki bebekleri bıçaklarla parçalayarak öldürmek değil, adil ve hakkaniyete uygun bir sosyo–ekonomik düzenin tesisine çalışmak ve bu yönde ortaklaşa mücadele vermektir.

Hem dünyaya gelip de belli bir ekonomik veya sosyal statü kazanmış insanlar, hangi hakla kendilerinden sonra gelecek insanları öldürmek suretiyle bu ilahi ve kutsal haklarından mahrum bırakabiliyorlar? Bu sualin cevabı, sadece ekonomik refahını düşünen bencil modern insanın telakkisinde yatmaktadır. Dünyanın varolan kaynaklarını kendi yüksek refah standartlarını koruyacak ve sürdürecek şekilde kullanmayı kendilerinde bir hak olarak gören bugünkü modernler, daha çok nüfusun ellerindeki pastayı daha küçük parçalara ayıracağını hesap ederek, üzerinde bir tür tekel kurdukları nimetleri başkalarıyla paylaşmamak için akla gelmedik yollara başvuruyorlar. Din ise adaletli bölüşüme ve insani paylaşıma çağırmakta, paylaşmanın ahlaki bir erdem olduğunu söylemektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.) “İki kişinin yemeği üç kişiye, üç kişinin yemeği dört kişiye yeter”  (Buhari, Et’ima, 11; Müslim, Eşribe, 179-181) diye buyururken, tam da bu ahlaki erdeme işaret etmektedir. Bu konuda dinleri “iki yüzlülükle” suçlayan modernlerin bizzat kendileri tam bir ikiyüzlülük içindedirler.

Bu konuda Hollanda ilginç bir örnek olabilir: 

1990’larda Hollanda’nın 500 bini göçmen olmak üzere 15 milyon nüfusu vardı. O zamanlar yıllık ihracatı 80 milyar dolardı, ancak bu ülkede 23 milyon ev hayvanı (köpek, kedi, fare, yılan vb.) besleniyor,  hayvanlara harcanan para milli gelirin yüzde 19’una tekabül ediyordu. Amsterdam’da Hollanda İnsan Hakları Derneği’nin başkanına: “– Siz bu kadar hayvan besleyeceğinize, Afrika’da açlıktan ölen ülkelere yardım edin, en azından beş ülke açlıktan kurtulur” dendiğinde, adamın verdiği cevap ilginçti: “– Ama hayvanlar da canlı…”  Bugün Türkiye’de evlerinde hyvan yüzbinlerce kişi de, bir mülteciye, bir depremzedeye yardım yapacağına aynı söylemle/kalıp cümleyle cevap vermekterir.

Müslümanlar ve Katolikler, “–Nüfusun önünü keseceğinize yoksul ülkelerin açlıktan kurtulması için uluslararası düzeyde ve kalıcı tedbirler alın”, dediklerinde, sanayileşmiş ülkelerin bencil ve ikiyüzlü tutumlarını açığa vuruyorlardı. Yakın tarihten biliyoruz ki, dünya üzerinde hegemonya kuran güçler, bu ülkeleri yüzyıllar boyunca sömürdüler, tabii ve iktisadi coğrafyalarını tahrip ettiler. Bugün de onlara empoze ettikleri kalkınma ve modernleşme politikalarıyla, bu insanlık dışı durumun devam etmesine çalışmaktadırlar.

Nüfus Konferansı ile ortaya çıkan bir başka gerçek de şuydu: 

İddia edildiğinin aksine, sadece İslam değil, Katoliklik ve Yahudilik de dünyanın aktif siyasi, ekonomik ve sosyal meseleleriyle uğraşmaya niyetlidirler. Protestan ve Ortodokslar’ın ne düşündükleri yeterince açık değil, ama Katolikler ve bazı Yahudiler de tıpkı Müslümanlar gibi dünyanın bu ateist, deist ve agnostik modernlerin elinde daha çok tahrip olmasına tepki gösteriyorlar ve bu konuda dinler arasında bir diyalog ve işbirliğinin gerekli olduğuna inanıyorlar.

Dinler arasında bu türden işbirliği imkanları mümkün mü? 

Bu hem mümkün, hem de gereklidir. Ateizm, deizm, uyuşturucu, alkolizm, fuhuş, porno, serbest cinsel ilişki, kürtaj, eşcinsellik, üçüncü cins projesi, tüketim çılgınlığı, sınırsız iktisadi büyüme fetişizmi, çığırından çıkmış spor ve eğlence sektörü, günahın estetize edilerek ve masum bir şeymiş gibi gösterilerek sunulması, aile yapısının tahribi, artan suç oranları, çatışmalarda sivillerin uğradığı mağduriyet, silahlanma, bölgesel savaşlar, kutsala karşı saygısızlığın teşvik edilmesi, medya aracılığıyla geçerli bir tutum haline getirilmek istenen sorumsuzluk, rasyonel ve pozitivist rejimlerin baskıcı tutumları, çevrenin tahribi, ekolojik dengeye ve canlı hayata karşı teknolojinin aracılığıyla işlenen suçlar vb. daha birçok konuda sorumluluk sahibi din müntesipleri ortak tavır ve tepkiler gösterebilirler.  Nitekim aylardır İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü katliama, yüzbinlerce insanı aç ve susuz bırakmasına, yerlerinden tehcir edilmesine dünyada vicdan sahibi milyonlarca insan tepki gösteriyorlar.

Yine de dinlerin her konuda birebir ortak düşüncelere sahip olduklarını düşünmemek lazım.  Din müntesiplerinin ortak sorunlar karşısında ortak sorumluluk üstlenmesi, dinlerin karışımından (halita) “yeni bir din” üretme anlamına gelmez, böyle düşünenlere hayırhah gözle bakılmaz. Nihayetinde nüfus, kadın, doğum kontrolü ve daha birçok konuda İslam ile diğer dinler arasında önemli görüş ayrılıkları var.