Denge-denetleme İslam açısından sakıncalı olabilir mi?

Mehmet Ocaktan

Biliyoruz ki modern demokrasilerde anayasanın teminatı kuvvetlerin birbirini denetlemesidir. Bu çerçevede, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 16. Maddesini de zikretmekte yarar var: “Hakların güven altına alınmadığı, kuvvetler ayrılığının yapılmadığı bir toplum, bir anayasaya da sahip değildir.”

Müslüman toplumlarda özellikle son yüz yılda “şeriat-fıkıh” tartışmaları yanlış bir zeminde yapıldığı için, fıkıh ve şeriat bir iman meselesi haline dönüştürülmüştür. Bu konudaki reçete hazırdır: Dini Allah göndermiştir, bu fıkıh da Allah’ın şeriatıdır. Fıkıhla çağın bütün sorunlarını çözebiliriz.

Net olarak ifade etmek gerekirse fıkıh, Müslümanların Kur’an ve sünnete aykırı olmamak kaydıyla günlük hayatlarına ilişkin geliştirdikleri ameli tecrübelerinin bir toplamıdır. Ve fıkıh bir din değildir, şeriat da Allah’ın gönderdiği bir kanun değildir.

Oysa İslam fıkhı, yüzyıllar içindeki tecrübelerle oluşmuş büyük bir birikimdir ve günümüz hukuk uygulamalarına katkı sağlaması açısından önemli bir imkandır. Yanlış olan, geçmiş toplumların kendi gelenek ve kültürel imkanları içinde oluşturdukları fıkhı, hiçbir yoruma tabi tutmadan, motomot aynen bugüne aktararak bütün sorunların çözümünü ondan beklemektir.

Geçmiş toplumların, fıkhi uygulamalarını bugüne aynen taşımanın nasıl bir görüntü ortaya çıkaracağını görmek açısından şöyle bir örneği zikretmekte yarar var: “Eski bir Arap örfüne göre savaşı kazananlar, ele geçirdikleri düşmanların kadınlarını, evli olup olmadıklarına pek bakmaksızın odalık olarak alıyorlardı. Bu tatbikat, İslam’da da devam etmiştir. Bu konuda Evzai (Bir fıkıh ekolünün önemli temsilcilerinden birisidir) isabetli olarak, ‘Müslümanların tatbikatı böyle idi ve Kur’an da bu şekilde hükmetmektedir.” (Nisa/24. Ayet/ Joseph Schacht, İslam Hukukuna Giriş, s.63)

Bugünden geriye dönüp baktığımızda, o günkü uygulamaları yargılayamayız, bu ayrıca hakkaniyetli bir tutum da olmaz. Çünkü onlar, kendi çağları içinde en doğru olanı yapmaya çalıştılar.

Ama artık o çağda yaşamıyoruz, o dönemin örfü ve kültürel şartları içinde de değiliz. Üzerinden yüzyıllar geçmiş, nesiller değişmiş, bilimin ve teknolojinin yarattığı imkanlarla devasa bir bilişim çağında yaşıyoruz.

Dolayısıyla bugün çıkıp, yukarıdaki örnektekine benzer olaylara bakarak “İlk dönem Müslümanları bu tür uygulamalar yapmışlardı, biz de Müslüman olduğumuza göre bu uygulamaları esas alarak hayatımızı tanzim etmeliyiz” diyemeyiz.

Yine bu örneklere de bakarak söylememiz gerekiyor ki evet fıkıh Müslümanlar açısından çok önemli bir tecrübedir, ama onu yaşadığımız çağın şartlarını dikkate almadan ve de hayattan kopartarak fıkhı ideolojik önceliklerimizin aracı haline dönüştürürsek, fıkha da Müslüman bilincine de haksızlık etmiş oluruz.

Maalesef bugün fıkıhla pozitif hukuk arasındaki mesafenin giderek açılmasının en önemli sebebi, günümüz İslam bilginlerinin, geçmiş yüzyıllarda hayatın akışıyla irtibatlı ve de o günün toplumları için üretilen klasik hukuk literatürünü aynı form içinde bugüne taşımalarıdır.

Oysa önemli olan, İslam’ın asıllarına bağlı kalarak modern zamanların insanlarının şartlarını ve ihtiyaçlarını dikkate alarak yeni çözümler üretilmesidir.

Eğer geçmiş asırlar için üretilen fıkhi bilgileri, yaşadığımız çağın şartlarını dikkate almadan aynen bugüne taşımakta ısrar edersek, hem fıkhın hayatiyetini koruyamayız hem de değişim döngüsünün hızlandığı bir dünyada insanların sorunlarına çözüm üretemeyiz.

İşte tam da bu yüzden modern zaman telakkilerini de dikkate alarak, yüzyıllar içinde insanlığın ortak tecrübesiyle oluşan evrensel hukuk normlarının, insanların ihtiyaçları için çözüm üreten önemli bir külliyat olduğunu kabul etmek durumundayız.

Nasıl Müslümanların tarihinde, getirilen hukuki metinlerle o günün toplumsal, kültürel ve örfi uygulamaları arasında bir bağ varsa, aynı şekilde günümüzün pozitif hukuku ile değişen ihtiyaçlar, kültürel birikimler ve toplumsal meşruiyet arasında güçlü bir bağ bulunmaktadır.

Her ne kadar günümüz Müslüman ülkelerinde pek itibar edilmese de hatta bazı radikal çevrelerce Allah’ın kanunlarını yok sayma retoriği üzerinden sakıncalı görülse de modern demokratik bir sistemin temelini oluşturan ‘kuvvetler ayrılığı’nın, denge-denetlemenin sağlam bir hukuk sistemi oluşturmak için vazgeçilmez olduğu bir gerçektir.

Unutmayalım ki hukukun hakim olduğu anayasal demokrasilerde Müslüman ya da başka bir dini kimliğe ve farklı ideolojik aidiyete mensup olan herkesin hakkı-hukuku, özgürlükleri garanti altındadır.

Demek ki bir şeriat devleti kuramadık diye hayıflanmaya gerek yokmuş… Çünkü hukukun işlediği anayasal demokrasilerde de Müslümanların hayatları hukuk güvencesi altındadır.

-Nisa/24: “Sahip olduğunuz cariyeler müstesnâ, evli kadınları nikâhlamanız da size haram kılınmıştır. İşte bütün bunlar, Allah’ın sizin için belirlediği kesin hükümlerdir. Bu sayılanların dışındaki kadınları, iffetli yaşamak, zinâ etmemek ve mehirlerini ödemek şartıyla nikâhlamanız size helâldir.”