Hiç kimsenin beklemediği bir zamanda ortaya atılan “Terörsüz Türkiye” girişiminin esas itibarıyla orta doğu bölgesinde meydana gelen jeopolitik dönüşümler karşısında bir ön alma hamlesi olduğu ileri sürülmüştü.
MHP lideri Bahçeli'nin Ekim 2024'te yaptığı açıklama ile gün yüzüne çıkan girişim, bu tarihten yaklaşık iki ay sonra Suriye’de bir rejim değişikliğinin gerçekleşmesi üzerine jeostratejik açıdan yorumlanmaya başlanmış, “devlet aklının birtakım gelişmelere müdahalesi” olarak gösterilmişti.
“Devlet aklının” tam olarak neye müdahil olduğu, somut anlamda hangi sonucun hedeflendiği açıkça ifade edilmese de sürecin destekçileri bu soyut iddiayı fazlaca düşünmeden benimsediler. Belki de söz konusu girişimin uzun boylu bir hazırlığa, bir planlamaya dayanmadığı eleştirisi karşısında daha uygun bir açıklama bulunamadığı için…
Oysa iktidarın büyük ortağı bile ilk başta Bahçeli’nin çağrısına mesafeli durmuş, hatta “Bizim masamızda böyle bir konu yok” şeklinde açıklamalar yapılmıştı. Fakat ilerleyen sürede bölücü terör örgütünün silah bırakmasını hedefleyen girişime kamuoyundan gelen yüksek destek üzerine AK Parti cenahının da konuya sahip çıktığı görüldü.
İşte tam bu sıralarda, 13 yıldır iç savaş yaşanan komşumuz Suriye’de iktidar değişimi gerçekleşince “İşte gördünüz, devlet aklı bu gelişmeyi öngörerek süreci başlatmıştı” yorumu yapıldı.
ABD Başkanı Trump da Türklerin iki bin yıldır Suriye’yi ele geçirmek istediğini ve bunu Erdoğan’ın gerçekleştirdiğini söyledi.
Türklerin bin yıldır bu coğrafyada bulunmaları ve Suriye’nin 1516’dan 1918’e kadar Osmanlı toprağı olması gibi “küçük” ayrıntılardan haberdar olmadığı anlaşılan Trump’ın aynı konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında söylediği sözler daha ilginçti. “Beğendiğim bir kişi. Kendisine saygı duyuyorum ve sanıyorum o da bana saygı duyuyor” demişti Erdoğan için.
"Benim peşlerini bırakmasını istemem üzerine belli kişilerin peşini bırakmıştı. Kimlerden söz ettiğimi biliyorsunuz, Kürtler!" diye konuşmuş ve şunu eklemişti: “Buna ne kadar devam edeceğini bilmiyorum çünkü onlar doğal düşmanlar.”
İçeride büyük coşkuyla hemen propaganda malzemesi yapılan bu abartılı övgülere Ankara diplomatik zeminde ise temkinli bir dille mukabele etti; ihtilali Türkiye’nin organize ettiği iddiası karşısında, Suriye halkının kendi iradesiyle rejim değişikliğini gerçekleştirdiği dile getirildi.
Kısa zaman içinde uluslararası medyaya yansıyan bazı kulis bilgileri ise İngiliz ve Suudi istihbarat birimlerinin iki yıl boyunca ABD ve İsrail başkentleriyle koordineli şekilde yürüttükleri bir ortak çalışmayı işaret ediyordu.
Özellikle “sahada” etki gücüne sahip olan Türkiye de muhakkak ki nihai aşamada işin içinde aktif olarak yer almıştı ama komşu ülkeyi şekillendirecek politikaların belirlenmesinde etkili olmak için diplomatik ağırlığımızın yeterli olmadığı üzücü bir gerçek.
Bununla birlikte Suriye’deki politik dönüşüm sürecinde Türkiye’nin etkin bir rol üstlenmesinin arzu edildiği de çok belli.
Buradaki problem Suriye’de ortaya çıkacak nihai tablonun bizim milli çıkarlarımıza ne ölçüde uygun olacağı. Türkiye, komşu ülkede merkeziyetçi bir yönetimin devamından yana. İsrail ise Kürtlerin, Nusayrilerin ve Dürzilerin özerk siyasi birimlere sahip olması doğrultusunda çaba gösteriyor.
Suudilerin ve diğer körfez emirliklerinin bu konudaki politikaları belirgin değil. Yalnızca Abu Dabi’nin PYD kontrolündeki bölgede yatırım yapma girişiminin ürettiği spekülasyonlar var ortada.
ABD başlangıçta bizimle aynı çizgide görünüyordu. Trump başta olmak üzere Amerikalı yetkililerin beyanları Suriye'deki Kürtlerin ayrı bir devlet kurmasının desteklenmediği şeklindeydi. Yakın bir zaman önce ise bu yaklaşım değişmeye başladı, önce “Federalizme karşı değiliz ama buna Suriye halkı karar vermeli” denildi, daha sonra “Bir federasyon değil ama onun biraz altında, herkesin kendi bütünlüğünü, kendi kültürünü, kendi dilini korumasına izin veren ve İslamcılık tehdidi olmayan bir yapı” açıklaması geldi.
Bu son açıklamaların Suriye’deki Dürzi gruplarla hükümet güçleri arsındaki gerilime İsrail’in müdahale edip Şam’ı vurması – ve Şam’ın buna cevap verememesi – olayının ardından gelmesi dikkat çekiciydi tabii.
Bu sırada bir başka dikkat çeken gelişme Türkiye’de sürdürülen çözüm sürecinin taraflarından biri durumundaki PKK ve DEM Parti kanadından da sürecin diğer tarafına yönelik suçlamalar ve girişimin geleceğine ilişkin olumsuz açıklamalar yapılmaya başlanmasıydı.
İlk önce Öcalan’ın “PKK’nın silah bırakıp kendisini feshetmesi” çağrısının örgütün Suriye kolu olan YPG’yi kapsayıp kapsamadığı konusu yeni baştan tartışmaya açıldı.
Bahçeli, sürecin mimarı olarak “YPG çağrıdan muaf değildir” açıklaması yaptı. Buna karşı, DEM Parti İmralı Heyeti, Öcalan’ın kendileriyle yaptığı son görüşmede Rojava için “kırmızı çizgimdir” dediğini açıkladı.
Böylece, vaktiyle ikinci çözüm sürecini sona erdirmiş olan Rojava konusunun, üçüncü çözüm süreci için de en önemli tehdit unsuru olduğu görüldü.
PKK – ve DEM Parti’nin önemli bir bölümü – Suriye’nin kuzeyinde ortaya çıkan bir müstakil devlete sahip olma fırsatının yanında Türkiye’de elde edilecek “kazanım”ları önemsiz görüyor.
Bu yeni bir yaklaşım değil tabii ama ABD’nin Suriye’de federal yapıya izin verilmeyeceği ve SDG’nin Şam yönetimine entegre olması gerektiği şeklindeki siyaseti bu ihtirası biraz frenlemişti. ABD siyasetini değiştirince PKK da fabrika ayarlarına geri döndü. Halihazırda da arkasına Amerika’yı almanın güveni ve rahatlığı içinde. Muhatapları ise tam aksine güvensiz ve rahatsız.
Şimdi bu şartlar altında sürecin nereye doğru gideceği ve nasıl neticeleneceği konusunda tedirginlik ve kaygıların oluştuğu görülüyor.
Üçüncü çözüm sürecinin de akim kalması mevcut sorunu şimdikinden daha çözülemez duruma getirebilir. Bunun için Ankara’nın “B planı” sürece son vermek değil, muhataplar sahneyi terk etse bile millet çoğunluğunun benimseyeceği bir şekilde sonuca ulaştırmak olmalı. Elbette bunu yapmak için siyasi çıkar hesaplarını dışarıda bırakmak gerekiyor. Ne var ki mevcut iktidarın “en kritik” seçimine hazırlanırken siyasi fedakarlığı göze almasını beklemek fazla iyimserlik olur.
Tam da bu noktada, söz konusu sürecin en önemli zaaf noktasını da görmek gerekiyor: Terörsüz Türkiye süreci gibi kritik bir proje ancak siyasi iktidarın en güçlü olduğu dönemde gerçekleştirilebilir. Şimdiki gibi hem içeride hem dışarıda kırılganlıkların en yüksek seviyede olduğu, fiilen seçim sathı mailinde bulunulduğu, iktidar alternatifi haline gelmiş olan muhalefet aktörlerinin tasfiyesi uğruna hukukun tatile çıkarıldığı bir dönemde böyle bir işe girişmek ülkenin en önemli sorunu üzerine kumar oynamak gibi bir şey.