Çifte standart tâbiri esas olarak içerdiği terimlerden birisini kendi içinde çökerten bir durumu yansıtır. Yâni aslında oksimorom bir ifâdedir bu. Evvela bunu bir ortaya koyalım. Standart bir kâideye dayanır. Standart esâsen tekilliği gerektirir. Onu, doğru veyâ yanlış fark etmez bir defâ tâyin ettikten sonra hâdiselere tatbik etmekten başka bir yol yoktur. Ama onu çoğullaştırıyorsanız bu düpedüz standartsızlıktır. Ahlâkî açıdan bunun karşılığı ilkesizliktir.
Târihe yansız, çıplak bir nazarla baktığımızda standarttan çok standartsızlığın hüküm sürdüğü hemen anlaşılır. Evet, ister dinî ister dünyevî temelde olsun çok sayıda öğreti bunu üstesinden gelmek gâyesiyle ayrılıkların, farklılıkların aşıldığı yüksek birlikler târif etmiş; lâkin bu birlikler dönemsel olarak ses getirse de uzun ömürlü olmamıştır. Misâl verelim: Hristiyanlık büyük ve kapsayıcı bir insanlık kardeşliğini esas almıştır. Burada veri tekmil kültürel farklılıklar aşılmak ve çatışma konusu olmaktan çıkarılmak istenmektedir. İster siyah ister beyaz, ister Asyalı, ister Avrupalı olun Hristiyanlığa dâir standartın herkesi birleştireceği öngörülür. Aynı şey Budizm için de tekrâr etmek mümkündür. Ama niye uzağa gidiyoruz ki? Kendi dinimiz olan İslâmiyet ne güne duruyor? İnancın optiğinde Endonezyalı bir Mislümân ile Sudanlı bir Müslümânı ne ayırabilir? Nitekim Müslümânların Peygamberi , her nev’i kavmî her nev’i üstünlük iddiasına karşı çıkmış; üstünlüğün ancak takvâda olacağını söylemiştir.
Dünyevî bir misâl verelim. Bunu daha çok imperium ölçekli yapılarda görebiliyoruz. Roma bunun en tipik örüntüsüdür. İçinde sayısız inancın, etnik topluluğun yüzdüğü çok büyük bir coğrafyada Roma vatandaşlığı en kapsayıcı bağ olarak hayâta geçirilmişti. Pax Romana olarak târif edilen de buydu. Osmanlı bu devâsa birikimi tornadan geçirerek , bence çok daha incelterek Pax Ottomana’yı tesis etti.
Birlik vazeden bu yapıların müşterek niteliği ekümenikliktir. Modern dünyâda da “sivil din” olarak târif eden ve Aydınlanma olarak bilinen fikir külliyâtı da ekümenikliği dünyevîleştirmiş ve evrensellik, insanlık gibi kavramlarla yorumlamıştır.
Gelin görün ki, târihin diyalektiği işlemiş, en başta ekümeniklik iddiasında olan dinler derin ve çok kanlı da olabilen çatlamalar ve ayrışmalar yaşamıştır. Dünyevî ölçekte ise merkezî imperium yapıları şu veyâ bu sebepten güç kaybına uğrayıp câzibelerini kaybettikçe mahallî veyâ kenar dünyâlardan başlayarak parçalanmışlardır. Modern sivil dinin mesajları ise çıkar temelli acımasız bir dünyâ paylaşımına çarpmış ve dağılmıştır. Evrenselciliğin ekümenik medenî iddiasının, çıkar odaklarının dünyâ paylaşımında üzerinde yol aldıkları medenî-İlkel ayırımında ve bu ayırımın imlediği ilkel dünyâları medenîleştirme misyonunda tuzla buz olduğuna şâhit olduk.
Milliyetçilik, ideolojik düzlemde üzerinde standart geliştirmenin son derecede zor olduğu bir yapıya sâhiptir. Hakikaten de, milliyetçiliğin târihî akışı tâkip edildiğinde bu durum çok berrak olarak ortaya çıkar. Soru şudur: Milliyetçilik dağınık parçaların birleştirilmesine mi, değilse veri birliğin dağıtılmasına, ayrıştırılmasına mı hasredilecektir? 19.Asırda Kont Cavour, Garibaldi, Mazzini gibi İtalyan milliyetçileri tekmil enerjilerini İtalyan Birliğinin sağlanmasına hasrediyordu.. Bismarc’ın dağınık Alman Prensliklerini birleştirmek için hayâta geçirdiği ve Kan ve Demir Siyâseti olarak bilinen dramatik gayreti de buna verilebilecek başka bir misâldir. Pan milliyetçilikler olarak bilinen milliyetçiliklerde de birleştirmeye mâtuf adanmışlığın izlerini tâkip edebiliyoruz. Bunlara bakarak milliyetçiliğin standartının dağınık coğrafyalarda yaşayan kavimlerin birleştirilmesi olduğuna hükmedebiliriz.
Gelin görün ki aynı târihsel aralıkta ayrılıkçı milliyetçiliklerin yükseldiğinine de şâhit oluyoruz. Çek, Macar, Polonya milliyetçileri kendi kaderlerinin tâyin hakkı üzerinden kendi milletlerinin âit olduğu siyâsal birliklerden kopmak için enerjik hareketlere girişmişlerdi. Rusya’da Türk/Tatar milliyetçileri de benzer bir teşebbüs içindeydiler. Bunu müstemlekecilik karşıtı başka hareketler de tâkip etti. O zaman soru daha da keskinleşiyor: Milliyetçilik birleştirmeci mi; değilse ayrılıkçılık standartına mı sâhiptir? Literatür bu çelişkilerin üstesinden gelmek adına milliyetçilik tipolojileri geliştirmiştir. Ama nihâî tahlilde bu kadar çelişkiyi aynı kavramda buluşturmak dâima sorunlu olmuştur.
Çıkardan başka standartı olmayan -o da standart sayılacaksa- reel siyâset ise en geniş mânâda milliyetçiliğe âit çelişkileri işine geldiği gibi kullanmaktadır. Bunun en tâze misâlini yakın coğrafyalarımızda görmekteyiz. Ortadoğu’da evvelâ Osmanlı Birliğini dağıttılar. Bunun yerine çoğu târihsel bir derinlik taşımayan tuhaf sun’i siyâsal birlikler (devletler) peydahladılar. İkinci aşamada bu nevzuhûr birlikleri kendi aralarındaki rekâbetin fonksiyonu olarak bir paylaşıma soktular. Görünüşte ulusların kendi kaderlerini tâyin hakkı gibi bir ilkenin yorumuydu bu. Aslında kimsenin kendi kaderi üzerinde bir söz hakkı yoktu. Güdümlenen birliklerdi bunlar. Soğuk Savaş devri bunlarla geçiştirildi. Soğuk Savaş biter bitmez , Doğu Avrupa ve Balkanlardan başlayarak Ortadoğu’ya yayılan bir dalga üzerinden dinî ve etnik temelde yaşanan depremlerle bu çerden çöpten birlikler dağıtılmaya başladı. Bosna ile Lübnan aynı kaderi paylaştı.Kimi yerlerde bu parçalanmalardan yeni devletçilikler türedi. Yugoslavya’nın veyâ Çekoslovakya’nın payına düşen buydu. Ortadoğu’da ise veri siyâsî coğrafyalar büyük ölçüde muhafaza edildi; lâkin etnik, dinî ve mezhebî parçaların karmaşık temsilî gibi modellerle yönetilemez hâle getirildi. İçinde bulunduğumuz safhada ise tamâmen İsrâil’in güvenliği ekseninde yeni müdahaleler yaşanıyor. Çifte standartın çelişkilerinin birbirine bu kadar yakın seyrettiği başka bir evre yaşanmış mıdır, bilmiyorum. Kıbrıs’da Türkiye işgâlci sayılıp Ada’nın birleştirilmesi yolunda kampanyalar hız kazanıyor. Lübnan’da Hizbullah’ın silahlarını bırakması ve İsrâil yanlısı merkezî otoritenin güçlendirilmesi savunuluyor. İş hemen Lübnan’ın dibinde olan Sûriye’ye geldiğinde ise müselleh PKK/PYD’nin, bırakın silâhsızlandırılmasını, memleketin en verimli ve kaynak açısından en zengin bölgesindeki hâkimiyetine meşrûiyet tanıyan formüller havada uçuşuyor.
Ahmet Kaya sağ olsaydı, iç geçirip “Ne yaman çelişki anneciğim” derdi..