Batı Asya’da Yeni Düzen Arayışı:
Batı Asya, uzun süredir yalnızca savaşların değil, “barış” adı altında yürütülen güç mücadelelerinin de sahnesidir. Bugün bölgede tartışılan “Trump Barışı”, yalnızca Filistin bağlamında ele alınabilecek dar bir diplomatik girişim değil; Güney Kafkasya’dan Suriye’ye uzanan daha geniş bir jeopolitik yeniden konumlanmanın parçasıdır. Bu nedenle söz konusu süreç, tekil anlaşmalar üzerinden değil, bütüncül bir güç mimarisi içinde değerlendirilmelidir.
Barış Söylemi ve Güç Siyaseti
Tarihsel olarak “barış” kavramı, büyük güçler tarafından çoğu zaman istikrar değil, düzen kurma aracı olarak kullanılmıştır. Günümüzde “Trump Barışı” olarak adlandırılan girişim de bu geleneğin dışında değildir. Gazze ve Filistin meselesinde gündeme gelen bu süreç, Filistin halkının meşru taleplerinden çok, Batı’nın Batı Asya’daki inisiyatifi ve kontrolü yeniden ele alma çabasının bir yansımasıdır. Masaya oturan aktörlere bakıldığında, bu girişimin Atlantik dünyasının siyasal ve güvenlik öncelikleri çerçevesinde şekillendiği açıkça görülmektedir.
Bu durum, Filistin direnişinde ve Hamas’ın askeri ve siyasal etkisinde ortaya çıkmaktadır. Sahadaki direnişin Batı’yı müzakere zeminine zorladığı açıktır. Ancak müzakere masasının kimler tarafından kurulduğu, kimlerin dışarıda bırakıldığı ve hangi güçlerin dengeleyici rol oynamadığı soruları, bu “barış”ın sınırlarını da belirginleştirmektedir.
Dışlanan Aktörler ve Dengenin Eksikliği
Çin, Rusya ve İran; 7 Ekim 2023 sonrası süreçte yalnızca söylem düzeyinde değil, diplomatik ve askeri düzlemde de etkili olmuş aktörlerdir. Çin’in Filistin-içi uzlaşı girişimleri, İran’ın bölgesel müttefikleri üzerinden oluşturduğu caydırıcılık ve Rusya’nın diplomatik ağırlığı, sahadaki dengeyi doğrudan etkilemiştir. Buna rağmen bu aktörlerin Trump öncülüğündeki barış sürecinin dışında tutulması, ortaya çıkan tablonun dengeye değil, tek taraflı avantaj arayışının eseri olduğunu göstermektedir.
Jeopolitik gerçeklik şudur: Ne savaş, ne de barış, karşıt güçler arasında makul bir denge kurulmadan kalıcı olabilir. Dengeleyici aktörlerin dışlandığı bir süreç, kısa vadeli ateşkesler üretebilir; ancak uzun vadeli istikrar sağlayamaz. Bu durum, İsrail’in sahada askeri ve siyasi baskı altında olduğu bir dönemde, diplomasi yoluyla stratejik kazanımlar elde etmesine imkân tanıyabilir.
Pax Americana’nın Güncellenmiş Versiyonu
Ortaya çıkan tablo, klasik bir “İsrail barışı”ndan ziyade, güncellenmiş bir Pax Americana görünümündedir. “İbrahim Anlaşmaları”, bu sürecin öncül örneklerinden biridir. İsrail’in tanınması ve bölgesel sisteme entegrasyonu, işgalin ve yayılmacılığın sorgulanmasından çok, kabullenilmesi anlamına gelmiştir. Bu yaklaşım, barışı değil, itaate dayalı bir düzeni kurumsallaştırmayı hedeflemektedir.
Trump’ın Netanyahu üzerindeki zaman zaman sınırlayıcı söylemleri, stratejik bir kopuştan ziyade taktiksel ayarlamalar olarak okunmalıdır. İsrail, ABD için vazgeçilebilir bir ortak değildir; Filistin meselesi ise bu ittifakın sınandığı değil, yeniden üretildiği bir alandır.
Suriye, SDG ve Bölgesel Denklem
Suriye sahası, bu büyük resmin en kırılgan alanlarından biridir. Şam yönetiminin İran ve Rusya’dan uzaklaşarak ABD ve İsrail’i yatıştırma çabası, beklenenin aksine bir güvenlik kazanımı üretmemiştir. İsrail’in Suriye topraklarındaki fiili işgali, Dürzi bölgelerinde nüfuzunu arttırışı ve SDG ile imzalanıp uygulanmayan anlaşmalar, bu stratejinin sınırlı olduğunu göstermiştir.
Bu deneyim, bölge siyasetinde sıkça karşılaşılan bir gerçeği yeniden hatırlatmaktadır: Atlantik baskısı, uyumla değil, dengeyle sınırlandırılabilir.
Türkiye Boyutu: Stratejik Eşik ve Kaçınılmaz Tercihler
Bu jeopolitik tabloda Türkiye, ne tamamen dışlanan bir çevre aktörü ne de düzen kurucu bir merkezdir. Ankara’nın konumu, giderek daralan bir stratejik eşikte tanımlanmalıdır. Türkiye, bir yandan Atlantik sisteminin güvenlik mimarisi içinde kalmaya devam ediyor, diğer yandan bu mimarinin Batı Asya’daki uygulamalarından doğrudan etkilenen ülkelerin başında geliyor. Bu ikili durum, Türkiye’yi aynı anda hem sistem içi hem de sistemle gerilimli bir aktör hâline getiriyor.
Türkiye’nin son yıllarda izlediği “denge politikası”, farklı güç merkezleri arasında manevra alanı açmayı amaçlamış olsa da, bölgedeki güç yoğunlaşması bu alanı giderek daraltmaktadır. Güney Kafkasya’da artan rekabet, Suriye sahasındaki belirsizlik, Doğu Akdeniz’de enerji ve egemenlik tartışmaları ile Karadeniz’de Ukrayna savaşı, birbirinden bağımsız dosyalar değildir. Aksine, bu alanların her biri, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu stratejik baskının farklı cephelerini oluşturmaktadır.
Suriye bağlamında Ankara’nın temel açmazı, güvenlik merkezli refleksler ile uzun vadeli siyasal istikrar isteği arasındaki gerilimdir. Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunurken, sahadaki çoğul yapının ve yerel aktörlerin kalıcı biçimde yok sayılması, çözüm üretmekten çok sorunları ertelemektedir. Bu yaklaşım, kısa vadede kontrol hissi yaratabilir; ancak uzun vadede Türkiye’nin etki kapasitesini zayıflatma riski taşımaktadır.
Karadeniz ve Doğu Akdeniz arasındaki stratejik bağ da Türkiye açısından kritik önemdedir. Ukrayna savaşının seyri, yalnızca Karadeniz güvenliğini değil, Türkiye’nin Akdeniz’deki manevra alanını ve Kıbrıs meselesindeki konumunu da doğrudan etkilemektedir. Atlantik cephesinin Karadeniz’de elde edeceği her stratejik kazanım, Doğu Akdeniz’deki baskının artması anlamına gelecektir. Bu nedenle Türkiye’nin Ukrayna bağlamında üstleneceği yapıcı ve dengeleyici rol, yalnızca bölgesel değil, doğrudan ulusal çıkarlarla da ilişkilidir.
Bu çerçevede Türkiye’nin önündeki temel soru, “hangi blokta yer alınacağı” değil, hangi dengelerin kurulacağıdır. Ne tam uyum ne de tam kopuş, mevcut koşullarda sürdürülebilir görünmektedir. Ankara’nın gerçekçi seçeneği, tek taraflı bağımlılıklardan kaçınan; bölgesel aktörlerle işlevsel işbirliklerini yeniden inşa eden ve kendi stratejik özerkliğini somut araçlarla destekleyen bir yaklaşımı hayata geçirmektir.
Sonuç olarak Türkiye’nin geleceği, Batı Asya’da şekillenen yeni düzen arayışlarının pasif bir nesnesi olmak yerine, bu süreci dikkatle okuyan ve sınırlı ama etkili hamlelerle yönlendirebilen bir aktör olmasına bağlıdır. Aksi hâlde, başkaları tarafından tanımlanan “barış” projeleri, Türkiye açısından istikrar değil, sürekli bir kırılganlık üretmeye devam edecektir.
Avrasya Seçeneği Mümkün mü? Gerçekçilik ve Sınırlar
Avrasya ekseni, Batı merkezli düzenin alternatifi olarak önemli bir potansiyel taşımaktadır. Ancak bu eksen henüz ortak bir barış mimarisi üretmiş değildir. Çin, Rusya ve İran’ın çıkarları örtüştüğü kadar ayrışmaktadır. Bu nedenle Avrasya, bugün için bir dengeleyici güçtür; kurucu bir düzen üreticisi değil.
Sonuç
“Trump Barışı”, Batı Asya’da kalıcı istikrar vaat eden bir çözümden çok, ABD’nin kaybettiği inisiyatifi geri alma girişimi olarak okunmalıdır. Bu girişim, kısa vadede bazı çatışmaları dondurabilir; ancak uzun vadede yeni kırılmalar üretme potansiyeli taşımaktadır.
Bölgenin geleceği, tek taraflı barış projeleriyle değil; karşılıklı caydırıcılığa, tanınmaya ve gerçekçi güç dengelerine dayalı bir siyasal mimariyle şekillenebilir. Aksi hâlde bugün “barış” olarak sunulan düzen, yarının yeni çatışmalarının zeminini hazırlayacaktır.