Müslümanların adalet tasavvuru var mı?/5
19. yüzyılın ilk döneminden itibaren başlayan modernleşme hareketleri, başta Osmanlı olmak üzere İslam dünyasında fıkhi uygulamalarla birlikte, Avrupa’nın hukuk sistemlerini dikkate alan yeni uygulamalar da ortaya çıkmaya başlamıştır.
1970’li yıllarda ise özellikle Mısır ve bazı İslam ülkelerinde radikal İslamcı yapıların öncülüğünde “insan yapımı kanunların putperestlik olduğu” yönünde yeni bir tartışma başlamış ve bu durum, Müslüman dünyada entelektüel bir zemin de bulmuştur.
Bu anlayışa göre, “Şeriat, Allah’ın vahyedilmiş ve dolayısıyla insan davranışı ile ilgili, insan yapımı kanunlardan bir eklemeye ihtiyaç duymayan, eksiksiz bir kurallar bütünü” (1) olarak tarif edilmektedir.
Her vesileyle “şeriat” kavramı üzerinden İslam fıkhına atıfta bulunanlar, fıkhın yüzyıllar içindeki gelişimini ve etkilendiği kaynakları göz ardı ettikleri için fıkhın, modern dünyanın sorunlarına çözüm üretebilmesinin önü kapatılmıştır. Oysa “Şeriat, bize intikal eden biçimiyle büyük ölçüde insan ürünü olup analojiler (kıyas) ve örfi uygulamalardan geniş çaplı ödünç almalara (örf bir hukuk kaynağı kabul edilir); Babil, Yahudi ve Arap gibi Ortadoğu hukuk geleneklerine ve bunların yanı sıra Roma hukukundan yapılan muhtemel uyarlamalara dayanmaktadır.” (2)
Kuşkusuz Kur’an’da adaletle ilgili ayetler bulunmaktadır, Hallag, adalet konusundaki ayetlerin diğerlerinden daha uzun olduğuna işaret etmektedir. Ancak Kur’an bir hukuk kitabı değildir. Sami Zubaida’nın bu konudaki tespiti dikkat çekicidir: “Ne var ki daha gelişmiş toplumlar açısından düşünüldüğünde, bu emirlerin insan ilişkilerinin sınırlı bir kısmını kapsadığı söylenebilir. Ama şüphesiz ki Kur’an’da ve peygamberin bildirilerinde ortaya konulan niyet ve kasıt, Allah’ın inananlar için konulan hukuki kurallarının bulunduğudur.” (3)
Evet, Müslümanların hukuka bakışı noktasında Kur’an ve sünnetin önemi büyüktür ama aynı zamanda hukukun oluşumunda ‘maslahat’ın yani toplumsal faydanın da dikkate alınması gerekmektedir. Sami Zubaida, maslahat konusunda Endülüslü fıkıh alimi Ebu İshak eş Şatibi’nin orijinal hukuk epistemolojisine dikkat çekerek şunları söylüyor: “O işe, hukuk teorisinin vahye dayanan kaynaklardan elde edilenler kadar aynı zamanda akli gerçeklikler ve zorunlu, mümkün ve imkansız olan şeyler hakkındaki geleneksel bilgiden elde edilen öncüllerin gerçekliğinin ön kabulüyle başlamıştır.” (4)
Görüldüğü gibi başta Şatibi olmak üzere, maslahat taraftarı fıkıhçılar, maslahatla ilgili yargıların, fayda ilkesinin keyfi olmamak kaydıyla dikkate alınmasını, hukuki öncüllere ve dikkatli bir akıl yürütmeye göre yapılması gerektiğini ısrarla vurgulamışlardır.
Aslında zaman içinde fıkıh literatürü, aklı ve geleneği de dikkate alarak klasik fıkhın çerçevesini genişleten bir imkanın da kapılarını araladı. Mesela erken Abbasi döneminde dinin temel yaklaşımıyla birlikte bilime ve matematiğe de önem vermiş olan Mutezile ekolü, akılcı bir yaklaşım biçimiyle vahyi ve geleneği, metinlerin lafızca ifadelerinin ötesindeki adalet düşüncesine göre yorumlamıştır.
Akılcılar, hukuki normlar geliştirilirken sadece ilahi olan referans alınarak sınırlamaya gidilmeden aklın kullanılabileceğini savunurken, “Eş’ari ile sıkıca bütünleşen Sünni teoloji, normların tek kaynağının vahiy olduğu noktasında ısrar ederek bu görüşü reddetmiştir.
Fakat nihayetinde savaşı diğerleri (ehl-i hadis) kazandı ve hukuk metodolojisinin temelleri olarak kutsal kaynaklara sıkı sıkıya bağlılık kuralını yerleştirdi.” (5)
Abbasilerin ilk döneminde, Müslüman hukuk kurumlarının oluşumunda önemli adımlar atılmıştır. Abbasiler her ne kadar bu durumu kamusal dindarlığın bir parçası olarak görseler de bu dönemde fukahaya önem verilerek önde gelen hukukçuların yargı görevine atanması önemlidir.
Ancak yine Abbasiler döneminde hakimler doğrudan halife tarafından tanınmıştır. Halife Mansur, ilk kadı atayan halifedir. Fars imparatorluk uygulamalarını aynen kopya eden Abbasiler, kadılık sistemi dahil devletin bütün kurumlarını, doğrudan halifeye bağlayarak yeni bir modele geçmişlerdir. Dolayısıyla hukuk kurumları da sarayın bir aygıtı haline dönüşmüştür.
Bilindiği gibi Ebu Hanife, hukukun halifeye bağlanmasının adalet anlayışını zaafa uğratacağı gerekçesiyle Mansur’un baş kadılık teklifini reddetmiş, bu yüzden de zindana atılmıştır.
Sonuç itibariyle Müslüman toplumlar, yaşadıkları dönemin şartları içinde bir hukuk sistemi geliştirmişler ve o günün dünyasında en doğru olanı yapmaya çalışmışlardır. Ancak modern dönemlerde geçmişin tecrübeleri doğru analiz edilip yeni dünyanın gerçekliği dikkate alarak fıkıh yeniden yorumlanamadığı için Müslümanlar, kurumsal hukuki yapılar oluşturamamışlardır.
1-Sami Zubaida, İslam Dünyasında Hukuk ve İktidar, s.5
2-a.g.e, s.20
3-a.g.e, s.23
4-a.g.e, s.27
5-a.g.e, s.40