Akademide orta boy güç tartışması…

Mensur Akgün

Bilim sınıflandırmayı sever. Birbirine benzeyen şeyleri aynı kaba koyup ortak özelliklerine ulaşmaya çalışır. Genellemeler yapar, sonra da onlardan hipotezler ve teoriler geliştirir. Sebep sonuç ilişkileri kurar. Anlatı açıklayıcı olmayınca da yan hipotezler üretir.

Bazen de tutarsızlık Kuhn vari sıçramaya, yeni bir bakış açısının, paradigmanın doğmasına yol açar. Sosyal bilimlerde ise iki ya da daha çok anlayış genellikle bir arada yaşar. Ama koşullar açıklayıcılığı etkilediğinde, bir anlatı zamanın ruhuna diğerinden daha çok hitap ettiğinde literatüre hakim olur.

Bir de bilimle, bilimsellikle hiç alakası olmamasına, hiç bir sınıflandırma kriteri bulunmamasına rağmen zamanın “sağduyusu” olmuş, Cox’un yıllar önce bizi uyardığının bile ötesinde hegemonya aracına dönüşmüş kategoriler vardır. Bunlardan biri de orta güç, yani “middle power”dur.

Onlar tasnifçisinin aklında büyük güçlerle küçük güçler arasında yer alırlar. Fakat tanımlanmaları belli bir kriter üstünden yapılmaz, sınırları ne kadar gücün belirlediği açıklanmaz, sadece yazarın öyle kabul etmesi, okuyucuya da tuhaf gelmemesi yeterlidir. Zaten güç dediğimiz şeyin tanımı da zordur.

Her ne kadar güçlü olmak kabaca başkalarının aklını ve davranışlarını kontrol etmek demekse de neyin bunu sağladığı tartışmalıdır. Bir zamanlar pek popüler olan tank, top, tüfek saymak, ülkelerin nüfus ve coğrafyalarına bakarak kimin daha güçlü olduğunu söylemek artık benimsenen bir yöntem değildir.

Uzunca bir süredir literatüre egemen olan anlayış gücün kullanıldığı alana mahsus olduğu yönündedir. Farklı imkanlar farklı anlarda etkiye dönüştürülür, muhatabınızın yapmanızı istemediğiniz bir şeyi yapmaması, yapmanızı istediği bir şeyi de yapması sağlanır. Bazen pazarlık bile olmaz.

O zaman gücü ölçmek iyice zorlaşır. Çok yıllar önce Lukes’un söylediği, farklı bir şeklini daha da önce Gramsci’nin anlattığı, Frankfurt Okulunun tartıştığı gibi güç bu biçimiyle geçirgenleşmiş, yapıların içine sızmış, ölçülemez ancak hissedilebilir ya da Foucault’nun yaptığına benzer şekilde arkeolojik yöntemle anlaşılır hale gelmiştir.

Başka bir deyişle güç kendisiyle beraber ona dayalı sınıflandırmaları da ampirik alandan çıkartmıştır. Askeri ya da ekonomik anlamda güçlü olmanın her alanda, her yerde ve her zaman güçlü olmak anlamına gelmeyeceği, büyük devletlerin savaşlarda dahi yenilebileceği de deneyimle ispatlanmıştır.

Yine de hissiyata dayalı sınıflandırmalar yapılmakta, uluslararası ilişkiler alanında külliyatlı bir küçük devlet ve orta güç literatürü bulunmaktadır. Akıllarındaki paradoksu aşamayan, mesela Türkiye gibi bir devletin nasıl olup da boyunun-posunun ötesinde bir etkiye sahip olduğunu anlamayı ve anlatmayı görev bilen az akademisyen yoktur.

Kimileri geçmişe bakarak kendilerine garip gelen bu durumu çözümlemeye çalışırken, kimi de Foreign Affairs’e geçtiğimiz günlerde katkıda bulunan Mustafa Kutlay gibi Türkiye’nin arada kalabileceği uyarısında bulunmayı seçer. Çünkü onlara göre güç mutlaktır, bir devlet bir alanda güçlüyse her alanda güçlü olması gerekir.

Orta güçlerin bazı şartlar altında etkilerini arttırması, diyelim ki Suriye’de istediğini uzun bir mücadeleden sonra elde etmesi, askeri teknolojide atılım yapması, Afrika’da ağırlığını hissettirmesi, hem Çin, hem Rusya, hem de Amerika demesi, yani çıkarlarını maksimize etmeye çalışması kayda değerdir, fakat bunun da bir sınırı vardır.

Açıkça söylenmese de kast edilen hegemonyanın gücüne saygı duyulması, stratejik otonomi gibi kavramların peşine takılıp, çok kutupluluğun cazibesine kapılıp Türkiye gibi orta çaplıların düzeni sarsıcı eylemlerden kaçınması, eskisi gibi uysal, içe dönük, dünya siyasetinde ihtirası olmayan şekilde yaşamasıdır.

Kuramsal temeli zayıf bir sınıflandırmadan yola çıkarak yapılan bu tür analizlerle varılan nokta genellikle bir önceki aşamanın “anomali” olduğunun, şu veya bu nedenle Türkiye gibi ülkelerin sonunda “başarısızlığa” mahkum bulunduğunun ima ya da anlatımına dönüşmesidir.

Türkiye’nin Rusya ile Ukrayna görüşmelerine ev sahipliği yaptığı, Suriye’ye uygulanan yaptırımların kaldırılmasında rol oynadığı, PKK’nın kendini feshine, terörün ve belki Kürt sorununun tarihe mal olmasına zemin sağladığı, NATO Dışişleri Bakanları toplantısının Antalya’da gerçekleştiği bir dönemde böyle bir iddiada bulunmak da düşündürücüdür.

Ayrıca benim görebildiğim kadarıyla Türkiye’nin ne Amerika ile ters düşmek ne de BRICKS’i her hangi bir örgüt üyeliğinin alternatifi olarak görme niyeti var. Çıkarlarına saygı gösterilmesi için yaptığı çağrılar karşılık buluyor, İsrail’le Suriye’de oynadığı stratejik santrancı büyük olasılıkla kazanıyor, Amerika-Türkiye ilişkileri neredeyse hiç olmadığı kadar iyi gidiyor.

Evet, Türkiye’nin insan haklarından demokrasi açığına çok sorununun olduğu doğru. Gelir dağılımı adaletsiz, hukukun üstünlüğü de tartışmalı. Ama akademik dünyanın da muhaliflerin de kabul etmesi gerekir ki dış ve güvenlik politikası çıkarlarını maksimize etmek, güvenliğini pekiştirmek, sorunlarını çözmek ve yönetmek anlamında başarılı.

Bu gerçek ne “bilimsel” gibi görünen kategorilerin arkasına sığınılarak değişir, ne de içeride yönetimin kötü olması nedeniyle. Bizim bu sefer olmadı ama bundan sonra mutlaka kötü olacak demekten, 2025 Türkiye’sini ve dünyayı eski kalıplarla düşünmek alışkanlığımızdan vaz geçmemiz şart.

İktidarı hata yapmaması için tabii ki uyaralım, yanlışlarını düzeltelim, geçmişten ders çıkartalım, hak ve özgürlükleri sonuna kadar savunalım. Ancak gerçekte olmayan bir “middle power” kategorisine dayanıp dış politikada gelinen noktayı ya da PKK’nın açıklamasına bakıp barış sürecini önemsizleştirmeye çalışmayalım…