ZİLZAL-2
Nefis Kötülüğü Emreder
“Yeryüzü sarsıldıkça sarsıldığı, içindeki ağırlıkları dışarı çıkardığı ve insanların; (büyük bir şaşkınlık içinde) ‘Ona ne oluyor!’ dediği zaman! İşte o gün yer, kendi haberlerini anlatır. Çünkü Rabbin ona öyle vahyetmiştir!” (Zilzal/ 1-5)
İnsanlar, üzerine yaratılmış olduğu fıtratı bozunca; ferdi hayatta olsun, toplumsal hayatta olsun, inanç ve düşüncede olsun, sosyal iş ve ilişkilerde olsun tahayyülü çok zor tenakuzlar baş gösterir. İnsan-lar, aşkınlıklar içerisinde bocalanıp durur. Oysaki insan, Rahmana olan kulluğuyla yaratılmışların zirvesinde iken; fıtratını bozup, nefis ve iblise kulluk edince belhum adall/yaratılmışların en zelili, en düşüğü olmaktadır. Bu yönüyle de altı Şubat Zelzelesi, pek çok insanın kalitesini de gözler önüne seren bir turnusol kâğıdı görevini görmüştür!
Kimi insan, gerçekten çok zalim, çok nankör ve çok cahildir. Dediğim gibi zelzele, birçok insanın mayasını bu yönüyle orta yere sermiş oldu. Zira bir yanda yüzlerce, binlerce insan tonlarca enkazın altında cansız bir şekilde yatarken/Hakka vuslatı gerçekleşmişken; diğer yanda enkaz altında ve dondurucu soğukta nice insanın imdat çığlıklarıyla, can çekişmeleriyle, acıların en büyüğü ruhlara/hafızalara kazınıyordu. Bir yanda da hayatta kalan insanlar, enkaz altında olan ölü ve yaralı yakınlarını kurtarmanın derdine/hüznüne gark olmuşlardı. Ama ne hazindir ki diğer yanda da insan kılığındaki mahlûklar, sefil ve de rezil bir şekilde enkazdan bir şeyler çarpmanın, çırpmanın, çalmanın den’iliğini, haysiyetsizliğini, arsızlığını, vicdansızlığını... gösteriyorlardı!
Zelzelenin ardında hayatta kalanların bir kısmı hem evsiz-barksız kalmış, hem de nice can kaybı ile beraber hüzne boğulurken; diğer yanda herhangi maddi-manevi kayba uğramadığı halde kimisi, gelen yardımları istifleme şaşkınlığına/alçaklığına düşmüşlerdi! Hem de çevresinde yaşanan onca ölümlerden ve ölümden, yaşanan acılardan zerrece ders almadan… Heyhat!
Kimisi, sanki hiç ölmeyecekmiş gibi dünyanın geçiciliğinin kalıcı olduğu zehabına kapılıp gidiyorlardı. Zelzeleden hiç etkilenmeyen kimileri de; iki, üç, beş… dairesini fahiş fiyatla, hayatta kalma mücadelesi veren garibanlara kiraya vermenin derdindeydi! Ortada evsiz-barksız kalan garibanlar per-perişan olurken; evlerini fahiş fiyatla kiraya verenler, bir yanda da işgüzarlıklar sergileyerek, yardım toplamak için konteyner veya prefabriklerde kalıyorlardı. Dahası, gelen yardımları alma konusunda son derece mahir(!) davranıyorlardı. “…Şüphesiz ki insan çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab/72) Evet, Ayeti Celile, tam da bu noktaya, bu gaflete dikkatlerimizi çekmektedir.
Bazılarının ruhlarına öylesine bir dünya malı/hırsı sinmiş/sarmış, dünyevileşmişti ki, yanı başında onca hüzün ve sıkıntılar içinde kalan insanları hiç görmemekte veya görmek istememekteydi.
Hani Efendimiz buyuruyordu ya: “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir!” “Hani mümin, mümin kardeşinin derdiyle hemdert olan kimsedir!” “Hani müminler, bir binanın tuğlaları gibidir. Birisinin acısı-sızısı diğerlerini de rahatsız eder!”
Evet, tabii ki bu özellikler müminler, Müslümanlar için geçerli olan özelliklerdir. Lakin günümüz toplumunun kahır ekserisi, ne yazık ve ne acıdır ki müminlerin bu özelliklerinden, bu hasletlerinden fersah fersah uzaklaşmış bulunduklarını pratikleriyle gösterdiler!
Halk olarak İslam üzere olduğumuzu iddia ediyoruz! Ama sıra amel etmeye gelince iddiamızın tam tersine yol gidiyoruz. Bu gidişten de herhangi bir beis görmüyoruz. Yapılan uyarıları, gelen ikazları hep başkasına hasrediyoruz. Belki de toplumsal yozlaşmadan, bozulmadan, hayâsızlıktan hayıflanmayanımız, şikâyet etmeyenimiz yoktur! Ama öz eleştiriyi yapmak neredeyse birçoğumuzun aklının ucundan geçmiyor. Oysaki nefis, her dem kötülüğü emreder! Fert olarak nefsimizi hesaba çekmenin yerine, onu temize çıkarmaya çabalıyoruz! Rabbimiz şöyle ikazda bulunmaktadır: “Nefse ve onu şekillendirip düzenleyene; ona kötü ve iyi olma kabiliyeti verene yemin olsun ki; nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu arzularıyla baş başa bırakan da ziyana uğramıştır!” (Şems/ 7-10)
Bir yanda zelzele ile yaşanan acıları, diğer yanda zelzeleden sonra niceleri tarafından sergilenen acımasızlıkları dile getirmek gerçekten havsalamızın fevkinde olan şeylerdir. O kadar acı yaşanmışlıklara şahit olduk/oluyoruz ki, insan, kendi insanlığından hayâ ediyor! Kısaca bir yaşanmışlığa burada değinmek istiyorum.
Yedi kişilik bir aile enkaz altında kalıyor. Depremden üç dört gün sonra bu ailenin yirmi yaşlarındaki delikanlısı enkazdan yaralı bir şekilde çıkarılıyor. Gencin annesi, babası iki kız kardeşi ve iki de erkek kardeşinin ise maalesef cansız bedenine ulaşılıyor. Genç, haftalarca hastanende tedavi görüyor. Ama hastanende tedavi gördüğü ilk günlerde amcası yanına geliyor. Genç, ailesinin diğer fertlerinin ölümünden habersizdir! Bir yanda amcasının kendi ziyaretine gelmesine sevinirken, bir yanda da anne, baba ve kardeşlerinin durumunu amcasına soruyor. Amca, onların öldüğünü söylemiyor. Tabii ki amcanın geliş amacı farklıdır ama genç bunun farkında değildir. Amca, yeğenine bir belge uzatıyor ve imzalamasını istiyor. Yeğen de belgenin ne olduğuna hiç bakmadan, yine amcasının kendisine uzattığı kalem ile o belgeyi imzalıyor. Meğer bu belgeyle amca bütün mirası kendi üzerine alıyormuş!
Aradan haftalar geçiyor. Amca bir daha yeğeninin ziyaretine gitmiyor. Gün geliyor ve genç hastaneden taburcu oluyor. Hastaneden çıktıktan sonra ailesinden yalnız kendisinin hayatta kaldığını ve diğerlerinin hepsinin öldüğünü öğreniyor. Genç, bir konteynere yerleştiriliyor. Artık kimsesiz ve işsiz olan bu genç, tek başına konteynerde hayata devam ediyor.
Özel bir kurum, bu gencin durumunu öğreniyor ve işe alıyor. Genç, yaşadığı bu olayı, aynı zamanda benim de bir yakınım olan ve o kurumda çalışan iş arkadaşına anlatıyor. Öz amcasının kendisine yaptığı bu hareketleri anlatırken, elbette ki boğazı düğümleniyor, adeta hıçkırıklara boğuluyor! Onca aile efradının ölümünden daha beter bir hüzün ile bu olayı yüreğine kazıyor. “Ama günü gelince amcama bunun hesabını mutlaka soracağım!” diye ekliyor!
Evet, depremde buna benzer nice acılar yaşandı. İnsanlığından şüphe edilecek kadar gaddarlaşan, insanlıktan uzaklaşan sürülerce mahlûk(!) vardır. Dedim ya, bu hikâyeleri anlatabilmenin imkânı yoktur. Ve zelzelenin üzerinden şu an itibariyle sekiz ay geçmiş olmasına rağmen, toplumsal tenakuzlar öylesine çoktur ki, maalesef aklı başa devşirmeye çalışan insan ise yok denecek kadar azdır!
Hala bulunmayan cesetler! Yakınlarının kaybına dayanamayıp intihar edenler! Psikolojik bunalıma girenler! Çeşitli uzuvlarını kaybedenlerin yaşadıkları travmalar! Hala şehrin her tarafını saran yıkımlardan kaynaklanan zehirli toz bulutları, ağır kokular! Her ne tarafa bakarsan, tekrar zihinde canlanan eski günler-anılar-hikâyeler-hatıralar! Hala enkazı kaldırılmamış yıkık/boynu bükük ve kimsesiz kalmış binalar, sokaklar, caddeler, parklar, meydanlar!!!
Bütün bunlara rağmen bir türlü ders çıkarmayan, ibret almayan insan kılıklı nice mahlûklar! İnsanın inanası gelmiyor ama depremden nemalanan güruh, benzer depremlerin yaşanmasını isteyecek kadar insanlıktan uzaklaşmışlar ve hala etrafta cirit atıp durmaktalar!
Şu ayeti kerime hafızamda canlanmaktadır: “Ey insan! (O halde) sen nereye gidiyorsun?” (Tekvir/26) Nereye gittiğini bilmeyen, bilmek istemeyen veya hiç düşünmeyen öyle yığınlar vardır ki! Ama her bir nefes alıp vermeyle, akıbete biraz daha yaklaştıkları muhakkaktır! Bilmeseler veya bilmek istemeseler de! Ve akıbet kaçınılmazdır! “Allah, kullarına asla zulmedici değildir! Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler!” (Yunus/44)
Rabbim gidişimizi de, akıbetimizi de hayır üzere kılsın. Zelzeleden ders çıkarıp, ibret alanlardan eylesin.
Âmin. Selam ve dua ile….
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.