Arzʼın Titremesi
Yer sarsıldığı, dağlar parçalandığı, dağılıp toz duman haline geldiği zaman.” ( Vakıa : 4-5-6 )
“Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın, emzirdiği çocuğunu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah’ın azabı çok dehşetlidir.” (Hac:9)
Yaratılan canlı cansız her varlığın bir yaşam süresi ve bu yaşam sürecinde de bir ilerleme, tekamül, olgunlaşma ve evrilme süreci bulunmaktadır. Üzerinde yaşadığımız gezegenin 4.5 milyar yıl öncesinden oluşumunun başladığını ve yıllar geçtikçe tekamül sürecini tamamlama adına yıldan yıla ilerleme kaydettiğini görmekteyiz. Üzerinde yaşayan her canlının güvenle üzerinde yaşadığı, gülüp eğlendiği, geçimini sağladığı ve hüküm sürdüğü arz, yaratılış gayesi gereği oluşumunu tamamlama adına zaman zaman gerilmekte ve sarsılmaktadır. Sürekli iş başında olan devasa güçler (deprem volkanik patlamalar vs.) ardında her zaman jeolojik izler bırakıyor. Yer sarsıntısı veya zelzele dediğimiz olay, yer kabuğunda beklenmedik bir anda ortaya çıkan enerji sonucunda meydana gelen sismik dalgalanmalar ve bu dalgaların yeryüzünü sarsması olayı olarak tanımlanmaktadır. Yerkabuğu içindeki kırılmalar nedeniyle ani olarak ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar halinde yayılarak geçtikleri ortamları ve yeryüzeyini sarsma olayına "DEPREM" denir.
Deprem, insanın hareketsiz kabul ettiği ve güvenle ayağını bastığı toprağın da oynayacağını ve üzerinde bulunan tüm yapılarında hasar görüp, can kaybına uğrayacak şekilde yıkılabileceklerini gösteren bir doğa olayıdır.
Dünyanın da bağlı olduğu Güneş Sistemi’nin Oluşumu ile ilgili farklı teoriler ortaya atılmıştır. En geçerli teori sayılan Kant-Laplace teorisine Nebula teorisi de denir.
Bu teoriye göre, Nebula adı verilen kızgın gaz kütlesi ekseni çevresinde sarmal bir hareketle dönerken, zamanla soğuyarak küçülmüştür. Dünya, Güneş Sistemi oluştuğunda kızgın bir gaz kütlesi halindeydi. Zamanla ekseni çevresindeki dönüşünün etkisiyle, dıştan içe doğru soğumuş, böylece iç içe geçmiş farklı sıcaklıktaki katmanlar oluşmuştur. Günümüzde iç kısımlarda yüksek sıcaklık korunmaktadır. Yerkürenin dış kısmında yaklaşık 70-100 km.kalınlığında oluşmuş bir taşküre (Litosfer) vardır. Kıtalar ve okyanuslar bu taşkürede yer alır.Litosfer ile çekirdek arasında kalan ve kalınlığı 2.900 km olan kuşağa Manto adı verilir. Manto'nun altındaki çekirdegin Nikel-Demir karışımından oluştuğu kabul edilmektedir. Manto genelde katı olmakla beraber yüzeyden derine inildikçe içinde yerel sıvı ortamları bulundurmaktadır. .Burada oluşan kuvvetler, özellikle konveksiyon akımları nedeni ile, taş kabuk parçalanmakta ve birçok "Levha"lara bölünmektedir. Üst Manto'da oluşan konveksiyon akımları, radyoaktivite nedeni ile oluşan yüksek ısıya bağlanmaktadır. Konveksiyon akımları yukarılara yükseldikçe taşyuvarda gerilmelere ve daha sonra da zayıf zonların kırılmasıyla levhaların oluşmasına neden olmaktadır. Halen 10 kadar büyük levha ve çok sayıda küçük levhalar vardır. Bu levhalar üzerinde duran kıtalarla birlikte, Astenosfer üzerinde sal gibi yüzmekte olup, birbirlerine göre insanların hissedemeyeceği bir hızla hareket etmektedirler. Konveksiyon akımlarının yükseldiği yerlerde levhalar birbirlerinden uzaklaşmakta ve buradan çıkan sıcak magmada okyanus ortası sırtlarını oluşturmaktadır. Levhaların birbirlerine değdikleri bölgelerde sürtünmeler ve sıkışmalar olmakta, sürtünen levhalardan biri aşağıya Manto'ya batmakta ve eriyerek yitme zonlarını oluşturmaktadır. Konveksiyon akımlarının neden olduğu bu ardışıklı olay tatkürenin altında devam edip gitmektedir.
İşte yerkabuğunu oluşturan levhaların birbirine sürtündükleri, birbirlerini sıkıştırdıkları, birbirlerinin üstüne çıktıkları ya da altına girdikleri bu levhaların sınırları dünyada depremlerin oldukları yerler olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünyada olan depremlerin hemen büyük çoğunluğu bu levhaların birbirlerini zorladıkları levha sınırlarında dar kuşaklar üzerinde oluşmaktadır.
Birbirlerini iten ya da diğerinin altına giren iki levha arasında, harekete engel olan bir sürtünme kuvveti vardır. Bir levhanın hareket edebilmesi için bu sürtünme kuvvetinin giderilmesi gerekir.
İtilmekte olan bir levha ile bir diğer levha arasında sürtünme kuvveti aşıldığı zaman bir hareket oluşur. Bu hareket çok kısa bir zaman biriminde gerçekleşir ve şok niteliğindedir. Sonunda çok uzaklara kadar yayılabilen deprem (sarsıntı) dalgaları ortaya çıkar.Bu dalgalar geçtiği ortamları sarsarak ve depremin oluş yönünden uzaklaştıkça enerjisi azalarak yayılır. Bu sırada yeryüzünde, bazen gözle görülebilen, kilometrelerce uzanabilen ve FAY adı verilen arazi kırıkları oluşabilir. Bu kırıklar bazen yeryüzünde gözlenemez, yüzey tabakaları ile gizlenmiş olabilir. Bazen de eski bir depremden oluşmuş ve yerüzüne kadar çıkmış, ancak zamanla örtülmüş bir fay yeniden oynayabilir.
Dünyadaki tüm depremlerin yüzde 90'ı, büyük depremlerin ise yaklaşık yüzde 80'i "ateş çemberi" olarak adlandırılan Pasifik Deprem Kuşağı'nda meydana geliyor. Tektonik depremler, deprem çeşitleri arasında dünya üzerinde gerçekleşen sarsıntıların tamamına yakınını oluşturuyor.
Depremler, oluşumlarına göre tektonik, volkanik ve çöküntü olmak üzere toplam üç kategoriye ayrılırken, tektonik sarsıntılar, şiddet ve büyüklük bakımından en yıkıcı deprem çeşidi olarak öne çıkıyor.
Aktif volkanların yüzde 75'inin de bulunduğu, Büyük Okyanus Havzası’nı çevreleyen deprem kuşağı, “Pasifik Ateş Çemberi” olarak biliniyor. Bu kuşak, Büyük Okyanus'un Asya ve Amerika kıtalarına komşu olan levha sınırlarını temsil ediyor.
Yaklaşık 40 bin kilometre uzunluğundaki kuşak, Şili'den kuzeye doğru Güney Amerika kıyıları, Orta Amerika, Meksika, ABD’nin batı kıyıları ve Alaska’nın güneyinden Aleut Adaları, Japonya, Filipinler, Yeni Gine, Güney Pasifik Adaları ve Yeni Zelanda’ya kadar uzanıyor.
İkinci büyük deprem kuşağı, Endonezya’dan başlayarak Himalayalar ve Akdeniz üzerinden Atlas Okyanusu’na kadar uzanıyor ve Alp-Himalaya Deprem Kuşağı adıyla biliniyor. Türkiye’nin büyük bir bölümü bu deprem kuşağında yer alıyor.
Dünyanın büyük deprem bölgelerinden bir diğeri olan Orta Asya’daki fay hareketliliği, Karadeniz'in doğu kıyılarından güneye doğru İran ve Pakistan'a, Hazar Denizi'nin güney kıyıları boyunca uzanan bir alanda gerçekleşiyor.
Kuzey Avrupa, İzlanda'nın aktif volkanik faaliyet bölgesi hariç, büyük deprem bölgelerinden uzakta yer alıyor. Türkiye ve Akdeniz kıyılarına doğru, güneydoğuya uzanan kuşakta (Alp-Himalaya kuşağı) sismik aktivite riski artıyor.
Afrika, yaşlı bir kütle olduğu için diğer kıtalara kıyasla çok daha az deprem bölgesine sahip. Deprem faaliyetleri, Sahra'da, kıtanın orta kesiminde kaydediliyor. Bununla birlikte, Doğu Akdeniz kıyıları, özellikle Arap levhasının Avrasya ve Afrika levhaları ile sınır oluşturduğu Lübnan, en aktif bölgeler olarak öne çıkıyor.
Ülkemizde ise; Kuzey Anadolu Fay Hattı; Bu fay hattı batıda Saros körfezinden başlayıp Marmara Denizi'nin ortasını takib ederek Batı ve Orta Karadeniz Bölümleri'ni geçtikten sonra Kelkit vadisine oradan Erzincan, Erzurum üzerinden geçtikten sonra Van Gölü'ne ulaşır.
Batı Anadolu Fay Hattu; Kıyı Ege ve Güney Marmara'daki çöküntü alanları boyunca doğu-batı uzanışlı bu fay hatları Denizli, Dinar, Gediz, ızmir gibi alanların üzerinden geçmektedir.
Doğu Anadolu Fay Hattı; Doğu Afrika'dan Kızıldeniz, Doğu Akdeniz hattını takip ederek Hatay, Amik gölü (Kurutulmuş) tabanını takip ederek Kahramanmaraş, Malatya, Elazığ hattını izleyerek Van gölünün güneyine ulaşır. Kuzey Anadolu ve Doğu Anadolu fay hattıyla Van yakınlarında birleşir.
Yapılan istatistiklere göre ülkemiz topraklarının %92 si nüfusumuzun ise % 95, sanayi tesislerinin kurulduğu yerlerin % 92'si, barajlarımızın büyük bölümü çeşitli derecelerde deprem görülebilecek araziler üzerinde yer alır. Depremler oluşum anında insan yeteneklerini aşan, geniş alana yayılan, hasarlara sebebiyet veren, meydana geldiği bölgelerde insani krizlere yol açan en büyük doğal felaket olan, tamamen insanın kontrolü dışında gerçekleşen ve büyük oranda mal ve can kaybına neden olan deprem, insanlığın sıklıkla karşı karşıya kaldığı felaketlerin başını çekmektedir. Çok kısa bir süre içerisinde olup biten, başladığı andan itibaren hiçbir insan faktörünce durdurulabilmesi mümkün olmayan, yerin derinliklerinden oluşan bu felakette milyonlarca insan evlerini, yerlerini ve yurtlarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır.
21. yüzyılda dünya, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk defa doğal felaketler sonucu aniden gelişen insani krizlerin ve her türlü asimetrik şiddetin ortasında istikrarsızlık, karışıklık, aşırı yoksulluk gibi faktörlerle altüst olmuş, korkunç bir vaziyettedir. Özellikle son yıllarda ortaya çıkan doğal afetler de dahil olmak üzere yeryüzünde yaşanan depremlerden milyarlarca insan sosyal haklardan ve ekonomik kazançlarıdan mahrum kalmışlardır. Söz konusu bu krizler gözle görünür bir şekilde yoksulluğun artmasına ve meydana geldikleri bölgelerde istikrarsızlığa sebep olmuştur. Ayrıca doğal afetlerden etkilenen bölgelerde yaşam mücadelesi veren birçok insan da bozulan çevre şartları ve istikrarsız sosyoekonomik yapı nedeniyle kitleler halinde yerlerinden ve yurtlarından göç etmek zorunda kalmıştır. Meydana geldikleri bölgeleri kasıp kavuran bu felaketler ve akabinde gelişen insani sorunların tamamı küreselleşen dünyada yalnızca felaketlerin ortaya çıktığı bölgeleri etkilememektedir. Yeryüzünün her köşesinden insan hatta en istikrarlı coğrafyalarda yaşamlarını devam ettirenler de dahil olmak üzere birçok kişi, dünyanın bu umutsuz gidişatından ötürü kendisini güvende hissetmemektedir.[1]
Çeşitli şiddette değişen ve büyük ölçekli doğal felaketler olarak adlandırılan doğal afetler çok sayıda insanın hayatını kaybetmesine sebep olmaktadır. Bu çerçeveden bakıldığında son yıllarda kahir ekserisinde meydana gelen bir ya da iki büyük ve sarsıcı doğal afetin yaşandığı coğrafyalarda hayatlarını sürdürmekte olan toplumların bilincini şoka uğrattığı ve bu durumun onların zihinlerinde mega-afetler şeklinde yer ettiği görülmektedir.[2]
Yaşanan doğal afetlerden etkilenen her bir kişi hayatta kalabilmek için su, barınak, yaşanılan ortamın hijyenik bir hale getirilmesi ve acil tıbbi yardım gibi hayati ve temel şeylere ihtiyaç duymaktadır. Bu felaketlerden etkilenenler evlerini, geçim kaynaklarını kaybetmekte, ailelerinden ayrılmak durumunda kalmakta, hayatları boyunca istikrarsız koşullarda yaşamakta ve en ölümcül salgın hastalıklara maruz kalmaktadır. İnsani anlamda ellerine geçen fırsatları da sınırlı olan bu kimselerin ait oldukları toplumlar, doğal felaketler nedeniyle yerlerinden edilmiş bir vaziyette de olabilmektedir.[3]
Okyanus ya da denizlerin tabanında meydana gelen depremler, gök taşı düşmesi, deniz altındaki nükleer patlamalar, volkanik hareketler ve bunlara bağlı olarak yer tabanının çökmesi ve zemin kayması gibi tektonik olaylar sonucu okyanusların ya da denizlerin altında sıkışan enerjinin açığa çıkması sonucu meydana gelen uzun periyotlu dalgalara tsunami deniliyor.[4]
Bunlar, depremlerin en ölümcül türlerindendir. Meydana geldikleri coğrafyalarda her 1.000 kişi tsunamiden kötü anlamda etkilenmekte ve bu felaket ortalama 79 kişinin ölümüyle sonuçlanmaktadır. Bu çerçeveden hareketle tsunaminin diğer deprem türlerinden 20 kat daha ölümcül olduğu ifade edilmektedir.[5]
Yaşanan bütün bu insani kayıplar doğal afetlerden zarar gören insanların korunması, afetlerin yaşandıkları bölgelere müdahale edilmesi ve iyileştirilmesiyle alakalı çalışmaların yapılmasını zorunlu kılmıştır. Söz konusu bu zorunlulukla ilgili BM İnsan Hakları Konseyi’nin, Uluslararası Doğal afetlerin önlenmesi, felaketzedelerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi, doğal afetler sonrası maddi ve manevi anlamda travma geçiren toplumların rehabilite edilmesi amacıyla yapılan tüm bu çalışmalar ne yazık ki toplumların maruz kaldıkları mevzubahis bu krizlerin üzerinden onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen görünürde hiçbir gerçekçi yahut kalıcı çözümün ortaya çıkmasını sağlayamamıştır. Doğal afetler sebebiyle binbir acıya maruz kalan insanların yaşam standartlarının iyileştirilmesi ve sürdürülebilir geçim kaynaklarının oluşturulmasına ilişkin kalıcı politikalar da hâlâ üretilmiş değildir. Bu durum söz konusu krizlerin diğer kuşaklara aktarılmasına neden olmaktadır.[6]
Her yıl binlerce insan doğal afetler sebebiyle temiz su, yiyecek, barınak gibi hayati ihtiyaçlardan mahrum olduklarından yakalandıkları salgın hastalıklar sebebiyle hayatlarını kaybetmektedir. Bütün bunlar doğal afetlerden etkilenen insanların haklarına saygı gösterilmesine ilişkin zorunlulukların hakkıyla yerine getirilmediğini göstermektedir.
Ansızın ortaya çıkan, vücuda geldikleri bölgeleri darmadağın eden doğal felaketlerle ilgili bir diğer acı gerçek ise ülkelerin ekonomik gelişmişliğinin, doğal felaketler sonucu yaşanan insan kayıplarının oranına etki ediyor olmasıdır. CRED’in verilerine göre düşük gelirli ülkelerde yaşanan felaketlerde ortalama 332 insan hayatını kaybederken bu oran gelişmiş ülkelerde 105’tir. Yaşanan can kayıpları ülkelerin iktisadi gelişmişliklerine göre neredeyse üç katı kadar fark etmektedir. Benzer bir sonuca düşük gelirli ve orta gelirli ülkelerle yüksek ve üst orta gelirli ülkelerin karşılaştırılması neticesinde de ulaşılmıştır. Buna göre yüksek gelirli ülkeler %56 oranında doğal afetlerle yüz yüzeyken vermiş oldukları kayıp %36, düşük ve orta gelirli ülkeler %44 oranın doğal felaketle yüz yüzeyken vermiş oldukları kayıp %68’dir. Bu durum ekonomik gelişmişliğin insan yaşamına ne denli etki ettiğini göstermektedir.[7]
Adaletsiz gelir uçurumundan kaynaklanan, ülkelerin iktisadi gelişmişliklerinin insan yaşamının kaderini tayin edebiliyor olması bütün insanların eşit ölçüde sahip olması gereken hayat haklarının korunması noktasında yaşanan eşitsizliği de gözler önüne sermektedir. Ekonomisi gelişmiş ülkeler coğrafyalarında ortaya çıkan herhangi bir doğal afet sonrası ellerindeki bütün maddi imkânları seferber edebiliyorken, uluslararası sistem tarafından yoksullaştırılmış ve nesiller boyu fakirliğe mahkûm edilmiş ülkeler, doğal afetlerle mücadelede finansal olanaklar açısından elleri kolları bağlanmış vaziyettedir. Yaşanan doğal afetleri giderebilme hususunda maddi olanaklar sebebiyle sıkıntılar yaşayan az gelişmiş ülkelerde doğal afetlerden dolayı yaşanan iç karışıklıklar, istikrarsızlık, çevresel ve ekonomik kırılganlıklar her geçen saniye daha da artmaktadır. Geçmiş yıllara oranla daha çok insani yardım faaliyetine ve etkili doğal afet yönetimlerine ihtiyaç duyan bu toplumlar her sene biraz daha yoksullaşmakta, açlık ve salgın hastalıklarla boğuşmaktadır.
Emanet olarak gördüğümüz dünya üzerinde yaşanılan/yaşanılacak felaketlere karşı, sürekli tedbirli ve hazırlıklı olmak durumundayız. Bir bütün olarak değerlendirilmesi gereken gezegenimizde emperyalist emellerle çizilmiş suni sınırların hiç bir anlam ifade etmediğini düşünerek cihanşumül bir anlayışla tüm insanlık için ortak bir akıl geliştirilmesi gerekmektedir.
[1] UNFPA, “A state of world population 2015”, Shelter From The Storm, s. 14.
[2] UNFPA, “A state of world...”, s. 14.
[3] UNFPA, “A state of world...”, s. 15.
[4] bk. “Tsunami”, https://tr.wikipedia.org/wiki/Tsunami (07.09.2016).
[5] UNFPA, “A state of world...”, s. 15.
[6] UNFPA, “A state of world...”, s. 14.
[7] UNFPA, “A state of world...”, s. 17-18.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.