Yeniçeri zorbalığı ve İttihad-Terakkî zihniyeti
Anayasa değişiklikleriyle ilgili tartışmaları günler boyu ve hiçbir Meclis müzakeresinde olmadığı şekilde uzun uzun izlemeye çalıştım, fırsat buldukça.. Çünkü, son 300 yıllık tarihimizin bütün zorbalarını, zamâne Yeniçeri zorbaları ve zamâne İttihad-Terakkî komitacıları rolünde temaşâ etmek imkanı ekranlardaydı.
Düşünelim ki, birileri gelip, kendilerine millet tarafından ve millet ve ülkenin savunulması için emanet olunan silahları, millete çevirerek bir askerî darbe yapar ve milletin iradesiyle seçilmiş olanları bertaraf edip, iktidar makamlarına elkoyarlar.. İronik olan ise, bu darbecilerin, iktidardan uzaklaştırdıkları siyasetçileri anayasayı tağyir ve ihlalle suçlayıp -Adnan Menderes ve arkadaşlarının örneğinde olduğu üzere- idâm etseler bile; tağyir ve ve ihlal edildiğinden yakındıkları anayasayı, kendileri bütünüyle yoketmeleri ve ülkeyi emirnâmelerle yönetmeleri..
Sonra da, süngüucu zorlamasıyla yaptırdıkları ve halkı tehdid ederek kabul ettirdikleri anayasalarda yapılacak değişikliklerin kolay olmaması için, düğüm üstüne düğüm atarlar, kördüğümler oluştururlar.. Yani, kurtarıcılık iddiasıyla ve amma, zorbalık yöntemleriyle gelirler; zorbalıklarının adına kanun vs. derler ve toplumu, oluşturdukları resmî ideolojiye boyun eğmeye icbar ederler..
Kanunîlik kılıfına büründürülmüş böyle bir despotizme karşı verilecek mücadele için iki yöntem vardır..
Ya, kurulu düzeni, kuruluşundaki metodla onu bertaraf etmek için, mücadelenin kurallarını kendi değerlerine göre oluşturan inqılabçı veya devrimci yöntem..
Ya da, bu zorlalık düzeninin koyduğu kurallar içinde kalarak, yani engelleri yavaş yavaş aşındırmayı hedefleyen uzlaşmacı, ıslahçı yöntem..
Birinci yöntemde, her ne kadar zor ve çetin olsa ve de olabildiğince süratli hareket etmeye öncelik verilse de; neticeye ulaşma ihtimali de o derecede güçlüdür..
İkinci yöntemde ise, daha yumuşak bir zeminde, uzuuuun bir zamana yayılan, kanun ve hukuk labirentlerinde, hattâ bazen çok komik durumlara düşerek, değiştirme çabalarından bir sonuç beklenmesi durumu vardır. Ve çok kere, uzuun bir yol alındığı zannedildikten sonra, bir arpa boyu bile yol alınamadığının hüsranı yaşanır.. Ve, bir delinin bir kuyuya attığı taşın 40 akıllı tarafından çıkarılamadığı sözünde olduğu gibi bir durumla karşılaşılır, çok kere..
İnsanlar / toplumlar bu iki metoddan hangisinin bedelini ödemeye karar verirlerse, onlardan birisini seçerler.. Uzlaşmacı metodu seçerek yol almak isteyenlere, o yolun çok oyalayıcı ve zahmetli ve başarı şansının da -oyunun kurallarını, kendisiyle mücadele edilmek istenen güç odaklarınca koyması hasebiyle, daha baştan yenilgiyi kabullenmek mânâsına geleceğinden- yanlışlığını anlatabilirsiniz; ama, o yolu seçmemeleri gerektiğini dikte edemez veya onları inqılabçı metodu benimsemeye zorlayamazsınız..
*
Bu düzen zaten bize düşman! diye ilgisiz kalabilir miyiz?
Ama, inqılabçı metodu benimseyenlerin de, kendi metodlarını devreye sokacak alt yapıya ve şartlara sahib olmadığını düşünmeleri halinde, bir kenara çekilip seyirci kalmaları düşünülemez.. Resul-i Ekrem (S)in nübuvvetten ve tabiatiyle İslamdan habersiz kimselerle de olsa, yine de haklı, mağdur ve mustezaf kesimlerin korunmasını hedef edinen Hilf-ulFuzûl (Faziletliler Dayanışma Yeminleşmesi) denilen sosyal organizasyonda yer almasında olduğu gibi; haklı, mağdur ve mustezaf kesimlerin yararına düzenlemelere destek vermeleri, tabiîdir.. çünkü, istesek de, istemesek de, sosyal hayat, bizi de kuşatmaktadır ve o kuşatmanın içinden en az zayiatla çıkmanın yollarına ağırlık vermek gerekir..
*
Sistemini, toplumun değer ölçülerini yaralamıyacak ve de sosyal bölüşümünü âdilâne şekilde yapabilmiş toplumlarda, açıktır ki, inqılabçı veya devrimci denilen mücadele tarzları pek görülmez, çünkü sosyal taban bulamaz.. Ve uzlaşmacı metodua ağırlık verilen durumlarda bile, mücadeleler çok mülayim olur.. Ama, sosyal buhranlar artıtkça, hattâ sosyal poblemlerin hallinde, uzlaşmacı metodu benimseyen sistemlerin siyasî kadro veya organları arasında da gerilimlerin yükseldiği, kavgalar derinleştiği görülür..
Bu bakımdan, hemen bütün üyelerinin sürekli, Yüce Meclis diye taqdis ettikleri TC Meclisindeki son anayasa tartışmalarında da uzlaşmacı metodu benimseyenlerin ne çetin ve uzlaşma kabul etmez bir mücadele içine girdikleri, bu uğurda o yüce dedikleri Mecliste, ne yüce (!?) entrikaları tezgahladıkları görülmüştür ve ibret vericidir.
Hele de, -Tayyîb Erdoğan tarafından kaale alınmadığı için geçersiz kılınan- 27 Nisan 2007 e-Muhtırasının 3. yıldönümüne denk gelen 27-28 Nisan 2010 gecesi, 12 Eylûl 1980 Darbesini yapan generaller üzerindeki yargılama engelinin kaldırılması için yapılan anayasa değişikliği görüşmeleri sırasında sergilenen tablo daha bir ibret vericiydi.. Çünkü, o darbenin her türlü zulmüne, baskısına mâruz kalanlar, bütün muhalefet partileri, şimdi, bu maddenin 30 yıl sonra bile olsa kaldırılmaması için, bin dereden su getiriyorlardı..
Karikatürist Salih Memecanın çizgileri bu durumu en güzel şetkilde anlatıyordu.. Darbeci general, pençesinde bulunan ve bitkin hâle düşmüş bir kişiye bir taraftan elektrik akımı veriyor, bir taraftan da, Bir gün gelecek, benim yaptığım anayasayı savunacaksın.. diyordu.. Ortaya çıkana tablo da aynen o mânâyı yansıtıyordu. Bunun sadece AK Parti veya iktidar karşıtlığıyla izahı mümkün görünmemektedir..
Evet, anlaşılıyor ki, kemalist diktatörlük, bütün baskıcılığıyla, gönülleri, beyinleri esir almış bir zorbalık cenderesi olarak, hükmünü bir süre daha devam ettirmeye çalışacaktır..
Bu, son anayasa değişikliği çabalarında da, bir daha görüldü..
Hemen bütün sosyal kesimlerde, 12 Eylûl 1980 Darbesinin en zorbaca usûllerle bir dayatması olan 1982 Anayasasının değiştirilmesi yolunda yıllardır bir görüş birliği oluşmuşken, hele de, o Anayasanın bazı maddelerinde yargı kurumları konusunda yapılmak istenen iyileştirme çabalarına karşı sergilenen direniş üzerinde düşünülmeyi gerektirmektedir. Hattâ, o kadar ki, 1982 Anayasasının cebr, hile ve ikrah ile, zorla, süngüucu zorlamasıyla kabul ettirildiğini, bunun için mutlak butlanla bâtıl ve keenlemyekûn (bütünüyle yok) sayılması gerektiğini bile söyleyecek kadar iddialı sözler söylemiş olan Yargıtay eski Başkanı Sâmi Selçuk bile, bütünüyle yok sayılması gerektiğini yıllarca önce ilan ettiği o anayasada şimdi, yapılmak istenen değişikliklerden asıl mihverini oluşturan Yargıyla ilgili maddelerin paketten çıkarılması için, çağrı üstüne çağrı yapmakta, hattâ felaket telalllığına, öcülerle korkutma çabalarına soyunmaktadır.
*
TSK sonuç alamadı, biraz da yargıçlar diktatoryası verelim..
Hatırlayalım ki, Ecevit, askerî darbelerin toplum nazarında kendilerine itibar kazandırmayacağını, sonunda anlamış birisi olarak, o teşebbüslere biraz soğuk bakmaya çalışmış idiyse de, kemalist/ laik düzeni ayakta tutacak olan güç odaklarını düşünürken, en fazla rolün de yargı kurumuna düştüğünü farkediyor ve geleceğe umudunu, devrimci yargıçlar işbaşındadır.. diye dile getiriyordu, taa 1974lerde..
Bugün de, Baykal bir taraftan, 28 Şubat 1997 günlerindeki darbe şakşakçılığının ve 2007deki cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, hanımının başı örtülü bir kimsenin Çankayada, M. Kemalin makamında oturamıyacağı gibi ilkel ve fetişist söylemlerle tertib olunan mitiglerde sergilediği darbe çığırtkanlığının kendilerine millet tarafından şamar vurulmasından başka bir sonuç vermediğini anlamış birisi olarak, güyâ askerî darbelere artık tarafdar değilmiş gibi gözüküyor, ama, bir tarafdan da, Anayasada yargı gücüne getirilmek istenen düzenlemeleri diktatörlüğe giden bir yolculuk olarak değerlendiriyor ve Bu gidişe birileri dur demelidir! diye, karanlığa çağrı yapıyor ve kendi ideolojininin temel dayanaklarından birisi olan Yargıçlar Diktatoryasının sürmesinden meded umuyordu.
*
Bugün, direnen, aslında ne Baykaldır, ne Devlet Bahçelidir. Direnen, bir zamanlar dünyanın en iyi eğitilmiş profesyonel ordusu kabul edilen ve amma son 300 yıldır milletimizin hayatında bir zorbalık odağına dönüşen Yeniçerinin şahsında sembolleşen zorbalık ve milletimize son 100 yıldır musallat olan İttihad- Terakki zihniyetidir.. Ve milletimize ve ülkemize 90 yıldır tebelleş olan kemalist diktatörlüğün zihinleri kelepçeleyen zorbalığının, jakobenist toplum mühendisliği sevdasının dayanağı da, bu iki temeldir..
Bu zorbalık, kabakuvvet ve jakobenist toplum mühendisliği sadece Anadoluda değil, Osmanlıdan yönetim tarzından nasiblenmiş bütün Ortadoğu müslüman toplumlarının sosyal bünyesine de sirayet etmiştir.. Arab dünyasındaki bütün krallıklar başta olmak üzere, Irak ve Suriyede (Saddam ve Hâfız Esed liderliğindeki) Baas ideolojisi ve partilerinin, Mısırda (60 yılı bulan) Nâsır, Sedat -Mübarek çizgisinin, Libyada 40 yıla varan Qaddafî delifişekliğinin, Tunusta Habib Burgiba ve Zeynelâbidin bin Alilerin yarım yüzyılı bulan diktatörlüklerinin, Cezayirde, fransızlara karşı (1954-61 arasında, 1,5 milyon kurban verilerek) kazanılan o çetin istiklal / bağımsızlık savaşının üzerine abanan Ahmed Bin Bella ve Huari Bumedyenlerin 30 küsur yıllık sosyalist diktatörlüğünün herbirisinin temelinde de, Yeniçeriden kalma o zorbalığın ve İttihad-Terakkîyle Osmanlı sosyal bünyesine mührünü vuran -sözde- aydınlanmacılık hareketlerinin izlerini görmekteyiz.. Ki, aynı hastalık, son çeyrek yüzyılda da, müslüman kürd halkı arasında PKK diye boysalmıştır.
Bugünlerde TC. Meclisinde yapılmakta olan Anayasa değişikliği tartışmalarında bütün bu tarihî gelişimin çizgisinin yansımalarını görmek mümkün..
*
Darbelerin en çok ezdiklerinin bile darbecilere sahib çıkması!..
Sözgelimi, BDP Grubu adına Mardin m. vekili Hasib Kaplanın yaptığı konuşma, genel çizgileriyle son derece güçlü argümanlarla donanmıştı ve de insanın içini acıtan, insanı isyana çağıracak derecede etkiliydi.. Ama, başta Diyarbakır Cezaevi olmak üzere, ülkenin hemen her yerindeki zindanlarda işlenen zulümlerin herbirisini hatırlatan H. Kaplan bile, sonunda, yapılan değişiklikleri yetersiz bulduğu gerekçesiyle, bu anayasa değişikliği teklifine tıpkı CHP ve MHP gibi olumlu oy vermiyeceklerini söyleyebiliyordu..
Ama, ilginçtir ki, en azından BDP Siirt m. vekili Osman Özçelik 29 Nisan 2010 tarihli medya organlarında yer alan açıklamasında Bu değişiklikleri önemsiyoruz. Belki yapılmak istenen değişiklikler değil; ama, statükonun bir nebze de olsa yerinden kıpırdatılması için çok önemli. Zaten bu değişiklik, birilerini ürküttüğü için karşı çıkılıyor.. (
) Böyleyken Anayasa değişikliğine destek vermeyerek CHP ve MHP ile aynı çizgide buluştukları için çok üzgün olduğunu söylüyor; İçimiz kan ağlıyor. Ama, siyasette bazen bu tür kararlar almak zorunda kalınabiliyor diyordu..
*
Sözkonusu Anayasa değişiklikleri ve özellikle de 12 Eylûl darbecilerini yargı dışında tutan Geçici 15. maddenin müzakeresi sırasında, CHP sözcüsü ise, baştan sona bir 12 Eylûl hatırlatması yapıyor ve daha çok da o dönemde baskı gören CHPlileri hatırlatıyordu.. Elbette 12 Eylûlden sonra CHPlilerden bazıları da birazcık baskı gördüler.. Ecevit, Baykal ve Sırrı Atalay vs. gibiler..
Ama, aynı sözcü 27 Mayısı ve hele de, 27 Mayıs sonrasında Menderes ve arkadaşlarının en ağır hakaretlerle yargılanıp dâra çekilişini; İttihad- Terakkî uzantısı kemalist/ laiklerin CHP etrafında odaklaşıp, ülke çapında davul-zurna çalarak eğlenceler yaptıklarını ve millete kan kusturduklarını hatırlamak istemiyordu..
Ama, MHP adına konuşan (Atila Kaya isimli) kişi ile onu ve ayakta karşılayıp tebrik eden Devlet Bahçeli ve taifesi çok daha ilginç bir tablo oluşturuyorlardı..
Medyada yayınlanan bilgilere göre, 19 Haziran 1980de Midhat Koçulu isimli Karslı bir iş adamını öldürdüğü iddiasıyla yargılanıp, dosyası henüz Yargıtayda iken 1991 yılında 3713 sayılı af yasasıyla, 10 yıl kaldığı cezaevinden çıkan bu kişi, 2007 seçimlerinde de MHPden İstanbuldan m.vekili olarak Meclise girmişti.. Bu kişi, Biz, 12 Eylülün astıklarındanız, iktidar ise beslediklerinden. Ülkücüleri ve solcuları işkenceye götüren, dârağaçlarına gönderen 12 Eylûl, Tayyîb Erdoğan gibilerin siyaset yapabilmeleri iç örgütlenmelerinin yolunu açmıştır diyor ve sonra da, 12 Eylûlcülerin yargılanmasına yol açan değişikliğe hayır diyeceklerini haykırıyordu, elindeki kanı temizlemeden..
*
Halbuki, 12 Eylûl dönemine duydukları hışım dolayısiyle, özellikle MHP ve BDPnin oylamada değişiklik istikametinde oy kullanabilecekleri düşünülebilirdi.. Doğrudur ki, yapılmaya çalışılan değişiklikler çok sınırlıdır; ama, AK Parti, üstelik kurulu düzenin koyduğu kuralların içinde hareket ederken.. Yine de, bunca sıkıntı ve direnişlerle karşılaşıyordu.. Ya, uzlaşmacılığı esas alan bir siyasî hareket olarak, daha köklü değişiklikler yapmaya kalkışsaydı, bu muhalefet odaklarının hangi şirretlikleri sergileyebileceğini tahmin etmek, hiç de zor olmasa gerek..
Evet, özellikle de, 12 Eylûlcülerin cezaî takibâta uğramaları yolunu açan 15. maddenin, ilk tur oylaması öncesindeki bunca sert tartışmalardan sonra, sadece AK Partinin oylarıyla geçebilmesi ilginçtir.. 12 Eylûlü lanetleme yarışına giren muhalifet partileri ise, oylamaya ya hiç katılmadılar, ya da redd oyu verdiler..
Görülüyor ki, devletin temel güç odaklarından yargıyı ele geçirmiş olan kemalist diktatörlük kadroları, kendi diktatörlüklerine zarar verecek her türlü muhtemel gelişmenin yollarını bile tıkamak için, milletin iradesine biraz olsun imkan tanımak isteyen kadroların teşebbüslerini hemen diktatörlük olarak isimlendiriyorlar..
*
Kendi diktatörlüklerini tehlikede görenler, diktatörlük geliyor diye feryad ediyor!
Bu diktatörlük suçlaması, yeni değildir ve geçmişte de hep böyle olmuştur.. Adnan Menderes ve Turgut Özalda da böyle olmuştur ve şimdi de Tayyîb Erdoğan, üstelik özel hayatındaki çizgi itibariyle, Menderes ve Özalla asla kıyaslanamıyacak derecede, milletin yaşayış tarz ve ölçülerine daha yakın bir çizgide bulunması hasebiyle, daha bir diktatörlük suçlamasıyla ezilmeye çalışılıyor.. Bu da tabiîdir, çünkü, bu kez, sahnede geçmişteki örnekler gibi, öyle hemen teslim olmaya hazırlanan birisi görülmemektedir.. Kemalizm dininden asla tâviz verilemiyeceğini, verilmemesi gerektiğini savunan güç odaklarından birisi TSK ise, diğeri de bugün Yargıdır ve o makamlar, bu değişikliklerin Baykal tarafından Anayasa Mahkemesine gönderilmesini dört gözle beklemektedirler.. Ama, aynı oyunun 2007 seçimlerinde millet tarafından nasıl değerlendirildiği unutuluyor..
Geçmişte, milletin ireyiyle iktidar makamlarına gönderilmiş olanlardan niceleri, öcülerle, umacılarla ürkütüldüler, korkutuldular; ama, bu kez, bu ihkimal pek geçerli gözükmüyor..
Ve şimdi, 100 yıllık tahakkümleriyle kendilerinden ayrılmaz bir parça haline getirdikleri devlet yetkilerinin ellerinden çıkmaması için, ellerinden gelen her şeyi yapmakta ve dertleri yargıyı bağımsızlaştırmak imiş gibi bir görüntüyle, yargı diktatörlüğünün devamı için çırpınmaktaaalar..
M. Tömbekici, En büyük felaket, İttihad- Terakkîdir demiş, 26 Nisan tarihli Vatandaki yazısında.. Evet, meselenin özü, bu cümlede beyan olunmuştur..
Bu noktada, İttihad-Terakkî, tarihe karışıp gitmiştir, hâlâ niye bu mezar kazıcılığı ve bu, eskiyi suçlama? denilemez..
Çünkü, İttihad Terakkî Hareketinin A kadrosu denilebilecek üst kesimi, (Enver, Talat ve Cemal Paşa ve diğerleri) evet, I. Dünya Savaşında uğranılan ağır yenilginin hesabını vermemek için, ülkeden kaçmışlar ve herbirisi, yâdellerde öldürülmüşlerdi.. Ve onların B kadrosu denilebilecek ötekiler, M. Kemal, Kâzım Karabekir, Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Celal Bayar, Mahmud Esad Bozkurt, Receb Peker, Reşid Galib vs. gibi isimler, dizginleri ellerine geçirdikten sonra, A kadrosunun geride kalan seçkinlerini bertaraf edip, İttihadçılığa kemalizm kılıfını geçirerek, ülkemiz ve milletimize 90 yıldır, aynı zulüm cenderesinde, en akıl almaz diktatörlükleri icra ettiler ve saltanatlarını sürdürmek için, hâlâ da olabildiğince direniyorlar..
Ama, bu direniş, adım adım da olsa, parçalanma sürecine girmiştir, denilelibilir. Çünkü, oynatılamaz sanılan bir çok taşlar yerinden oynatılmıştır ve su, tabiî yatağına doğru ilerlemek imkanına daha bir yaklaşmaktadır..
Elbette, yol çetin ve hedef de o kadar yakın değildir.. Ama, yarınlar, daha bir basiretle yol alınırsa, milletin inandığı temel ölçülere göre şekillenebilir..
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.