1. YAZARLAR

  2. Zülfikar Furkan

  3. VAROLUŞÇU BİR SOFÎ (Hallac-ı Mansur)
Zülfikar Furkan

Zülfikar Furkan

Yazarın Tüm Yazıları >

VAROLUŞÇU BİR SOFÎ (Hallac-ı Mansur)

A+A-

 

“Bizim canımızı düşmandan gelen taş değil dosttan gelen gül acıtır. Cehennem acı çektiğimiz yer değildir bilakis acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.” sözleriyle çağdaşlarına ve kendisinden sonra gelenlere anlamlı mesajlar veren, kısa bir süreliğine sûfî azizlerinden Beyazid Bistâmî’nin mürşidî, Zünnûn-ı Mısrî’nin öğrencisi Sehl el-Tustarî’nin müridi olan Hallac-ı Mansur, asıl adı ebu’l-Mugîs el-Hüseyin bin Mansur el-HALLAC (d. 858, Tur, Fars, İran – ö. 26 Mart 922, Bağdat)

Görüşleri ve yaşamıyla tartışmalı değerlendirmelere konu olan ünlü mutasavvıf, filozof ve bilge şahsiyet. Kişiliğiyle pek çok Müslümanın deneyimlerini, ülkü ve özlemlerini dile getirdiği için kimilerinde hayranlık, kimilerinde öfke uyandıran yaşamı ve ölümü İslam tarihinin en çok sözü edilen öykülerinden biridir. Baba mesleğinden dolayı Hallaç (pamuk atıcısı) adıyla tanınır.

Bazıları onun Kur'an-ı Kerim'e uygunluktan uzak bir felsefeyi dillendirdiğini ve bağlılarını sahih bir din anlayışından uzaklaştırıp, fikirlerini daha cazip kılabilmek için insanların gözünü boyayacak sihre dair bilgiler edinmiş ve kendisinde olağanüstü bir büyüleyici özellik olduğu vehmini yaymaya çalıştığını söyler. “Her seviyeden insanı celp edecek ve kendisine hayran bırakacak şeyler sergiliyordu. Bu yüzden Sünni Müslümanlara göre o Sünni, Şiilere göre de Şii idi. Hallâc'ın kendisine mahsus bir kısmı şeytani ve nefsanî ve bir kısmı da şöyle ya da böyle şeriata uygun düşebilecek ibadet ve riyazetleri ve tasavvufi halleri vardı ama Allah'tan korkan ermiş bir kişi değildi.” (İbn’i Teymiye Külliyatı, (çev.: Sait Şimşek ve diğerleri), Tevhid Yay., İstanbul, 1986.)

 

Hadisçi ve tarihçi İbn Kesir (ö. 774) de aleyhinde olanlardandır. Şöyle demektedir: “Öldürülmesinden beri insanlar Hallâc hakkında farklı fikirlerdedir. Birden fazla kişiden fukaha ve imamların öldürülmesi üzerinde icma ettiği, kâfir olarak öldürüldüğü hikâye olunmuştur. Bunlara göre Hallâc, kâfir, (uyduran) yalancı, içi dışı farklı, gözbağcı birisi idi. Sûfîlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Ancak sûfîlerden bir grup, onun sözlerini güzel görmüştür. Bunları Hallâc’ın zahiri aldatmış, onun batınına ve sözlerinin içyüzüne muttali olamamışlardır. Çünkü ilk başlarda onun işi kendini ibadet verme, bu yolda şaşkınlığa düşme ve süluk üzere idi. Ancak onun bir ilmi olduğunu, işini ve halini takva ve Allah’ın rızası üzerine kurduğunu söylemek mümkün değildir. İfsat ettikleri ıslah ettiklerinden fazladır. Hallâc’ın işine hulul ve ittihad girmiş bu sebeple bozguncu ve saptırıcılardan olmuştur. Bir başka yönden, onun halleri çeşitli şekillerde oluyor ve çeşitli beldelere gidiyordu. O bütün bu hallerinde ve beldelerde insanlara, kendisinin Allah’a davet edenlerden olduğunu izhar ediyordu. Onun Hindistan’a gidip sihir öğrendiği sahihtir. “Bununla Allah’a davet ediyorum” derdi.” Hallâc’ın en baştan itibaren hulul düşüncesinde olduğunu söyler ve bunu ona ait olduğunu söylediği şiirlerle destekler. Bunlardan biri şöyledir: “Benim ruhum senin ruhunla kaynaştı / Tatlı su ile karışan şarap gibi… Sana bir şey dokunursa bana da dokunur / O zaman her durumda sen bensin. Hallâc ismini alma rivayetlerinden bir pamuk çırpıcısının çok miktarda pamuğunu çırpmasını kendine hizmet eden şeytan ve cinlere bağlar. Hallâc’ın güzel sözleri arasında gördüğü, “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmi dört şeyle hülasa edilebilir: Celil’e (Allah’ı) muhabbet, az olana (dünyaya) buğzetmek, indirilene (vahye) uymak, halin değişmesinden korkmak!” sözünü naklettikten sonra: “Ben derim ki: Hallâc son iki makamda hata etmiş, indirilene yani vahye uymamış ve istikamet üzere kalmamış, yanlış yollara giderek, bidat ve sapıklıkla halini değiştirmiştir.” Bağdat ulemasının Hallâc’ın küfrü ve zındıklığı

hususunda ittifak ettiği, öldürülmesi ve asılmasının uygunluğu hususunda da icma ettiğini, o zaman Bağdat âlimlerinin tüm dünya demek olduğunu söylemektedir. (İbn Kesir, Ebu’l-Fidâ’ İmâdüddîn İsmâîl b. Şihâbiddîn Ömer b. Kesîr, el-Bidaye ve’nnihaye, Dâru’l-Fikr, yy. 1986, c. 11, s. 133)

 

Kimileri ise siyasi ve ekonomik anlamdaki görüşleriyle iktidar sahiplerinin korkulu rüyası haline geldiğini söyler. Varlık planını arayıp durduğunu. Tanrının yarattığı ilk varlığı merak edip kâinatın bilgisi hakkında yıllarca düşündüğünü ifade ederler. Bu duyguların peşinde bilinen dünyanın neredeyse yarısına yakınını dolaştığını, siyasi iktidarın Abbasiler de değil ehlibeyte bağlı imamlarda olması gerektiğine inanıyordu. Döneminde yaygın olan köleliği, karaborsacılığı ve tefeciliği eleştirir özel mülkiyete karşı ortak mülkiyeti savunuyordu. Çağdaşları onu bu yönüyle Ebu Zer Gifariye benzediğini söylerler. Hayatı boyunca bilginin küçük bir azınlığın tekelinde olmasını savunanlara karşı mücadele ettiğini, bu mücadelesi sonucunda üzerinde güneşin batmadığı Abbasi Devleti'nde iktidar sahipleriyle hesaplaşmasının kaçınılmaz olduğunu ve bu mücadelesi sonunda darağacına yürüdüğünü ifade ederler.

Asıl durum ne olursa olsun zamanın mütefekkiri, filozofu, aydını ve fikir adamı olan Hallacı Mansur görüşleri, sözleri ve şiirleriyle kendisinden sonra gelen birçok mutasavvıfı etkilediği hakikatini görmek zorundayız. Etkilediği isimlerin başında Mevlana Celaleddin Rumi, Feriddüddin-i Attar, İbnül Arabi, Sadi Şirazi ve Sadreddin Konevi gibi çok bilinen isimler bunların başında yer almaktadır.

 

Hallacı Mansur Abbasi Halifeliğinin hüküm sürdüğü İran'ın Tur köyünde doğdu. Çocukluğundan itibaren dini konulara ilgi duyan mutasavvıf, dönemin ünlü sofilerinden ders aldı. Hayatı boyunca sık sık inzivaya çekildi. Bazen de kalabalık meydanlarda bağırarak konuşur ve din yolunda kurban edilmek istediğini beyan ederdi. Görüşleri ve sözleri ile büyük tepki çekti. Halkın bir kısmı kendisini desteklerken bir kısmı kendisini ''meczup'' olarak nitelendirdi. En'el Hak sözü ile tanınır. Ona göre kâinattaki her şey Allah'ın bir yansımasıdır. 11. yüzyıldan itibaren ''Sudur'' ve ''Feyezan'' olarak tanımlanan felsefenin temelleri Hallacı Mansur ile atılmıştır. Ona göre evren, iyilik, güzellik ve insanlık gibi kavramların tamamı Allah'ın varlığının bir tezahürüdür.

Yirmi yaşında Basra’ya gitti. Buradan Bağdat’a giderek tanınmış sofilerin sohbetlerine katıldı. Daha sonra ise Emr el-Mekkî ile Cûneyd-î Bağdâdî’nin talebesi oldu. 896 yılında ilk haccını yapmak üzere Hicaz’a gitti. Burada vaktini ibadetle geçiren Hallâc, daha sonra bir grup sofî ile birlikte Bağdat’a dönerek Cüneyd’in sohbetlerine devam etti. Fakat hocalarıyla fikir ayrılığına düştüğü için onlardan ayrılarak Tüster’e döndü. Hallâc beş yıl sürecek bir yolculuğa çıkmak üzere Tüster’den ayrıldı. Horasan, Mâverâünnehir, Sicistan ve Kirman bölgelerini dolaştı. Fars’ta halka vaazlar verdi, onlar için eserler yazdı. Ardından Ahvaz’a geçti ve ailesini de buraya getirtti. Ahvaz’da meclis kurup vaazlar vermeye başlayan Hallâc halkın ve aydınların büyük teveccühüne mazhar oldu ve burada Hallâc-ı Esrâr diye tanındı. Daha sonra ailesini Ahvaz’da bırakarak 400 müridiyle birlikte ikinci defa hac yapmak üzere Basra üzerinden Mekke’ye gitti. Hac dönüşü Basra’da bir ay kaldıktan sonra Ahvaz’a gelen Hallâc, ailesini ve buranın ileri gelenlerinden bir grubu yanına alarak Bağdat’a geçti. Burada bir sene kaldı; ardından küfür ve şirk beldelerini Allah’ın dinine davet etmek için manevi bir işaret aldığını söyleyerek ailesini müritlerinden birine emanet edip deniz yoluyla Hindistan’a gitti. Horasan, Tâlekān, Mâverâünnehir, Türkistan, Maçin, Turfan ve Keşmir’i dolaştı. Gezdiği yerlerdeki halk için eserler yazarak İslam’a girmelerinde etkili oldu. Onun tesiriyle müslüman olanlara Mansûrî deniliyordu. Bu durum kendisini büyük bir üne kavuşturdu. ("İslam Ansiklopedisi, Süleyman Uludağ")

 

Bu seyahatten dönünce aleyhindeki faaliyetler de tekrar başladı. 903 senesinde üçüncü defa hacca gitti ve burada iki yıl kaldı. Bazen ibadet ediyor, bazen de halk arasına karışıp hacda kesilen kurbanlar gibi Allah yolunda kendini feda etmeye hazır olduğunu haykırıyordu. Bir ara Arafat’ta kendisine hakaret ve işkence edilmesini istedi. Bağdat’a dönen ve bir ev satın alan Hallâc’da bir değişikliğin meydana geldiği fark edilmişti. Hakkında anlatılan bir hikâyeye göre Bağdat’ta açıkça Hak yolunda canını feda etmek istediğini, kanının dökülmesinin halk için helal olduğunu ilan etti. Karmatiler’in Abbasi Devleti’ni tehdit ettiği, 870 yılında başlayıp 883 yılına kadar devam eden Zenc isyanının izlerinin henüz silinmediği, istikrarsızlığın devam ettiği bir dönemde Hallâc’ın sözleri ve davranışları halk ve ulema arasında yeni bir huzursuzluk meydana getirdi. Davûd ez-Zahiri öncülüğünde bir grup alim Hallâc’ın aleyhinde bir faaliyet başlattı; bazıları onun sihirbaz, şarlatan veya deli olduğunu ileri sürerken bazıları da keramet sahibi bir veli olduğunu söylüyordu. Aleyhindeki faaliyetler artıp bir kısım müritleri tutuklanınca kendisini de aynı akıbetin beklediğini anladı ve Ahvaz’a kaçtı. Sûs’ta bir dostunun yardımıyla Dânyâl peygamberin türbesi civarında bir yıl saklandı. 913' de yakalanarak Bağdat’a getirildi ve idam talebiyle mahkeme önüne çıkarıldı. Vezir Ali b. Îsâ el-Kunnâî onu üç defa siyaset meydanında teşhir ettikten sonra hapsedilmesini yeterli gördü. Sekiz yıl süren hapis hayatı, genellikle dostu Nasr el-Kuşûrî’nin evindeki bir odada göz hapsi şeklinde geçti. Bütün ihtiyaçları karşılandı; ziyaretçi kabul etmesine izin verildi. Hapiste bulunan Hallâc’ın Bağdat ve çevresindeki etkisi giderek arttı. Burada iken Kitâbü’t-Tavâsîn’in “Tâsînü’s-sirâc” ve “Tâsînü’l-ezel” bölümlerini yazdı. ("İslam Ansiklopedisi, Süleyman Uludağ")

 

Hallâc'ın Allah'ta eriyip yok olmak anlamında söylediği "En-el Hak", yani "Ben Hakk'ım" (انا الحقّ , En el-Hakk) sözü bahane edilerek 912 yılında tutuklandı ve 8 yıl boyunca hapiste yattı. Hallâc-ı Mansûr’un öldürülme sebebi hakkında, Abbasiler’e karşı ayaklanmış olan Karmatiler’le gizlice mektuplaştığı, “Ene'l-Hakk” sözüyle ulûhiyyet (ilâhlık) iddiasında bulunduğu, haccın farz oluşunu inkâr edip yeni bir hac anlayışı ortaya koyduğu şeklinde çeşitli iddialar ileri sürülmüştür.

 

Gazzalî, enelhak sözünün söylendiği makamın ve halin önemine işaret ettikten sonra konuyu tecellî ve fenâ kavramı ile açıklar ve şu örneği verir: Bir bardağa meşrubat konulunca bardakla meşrubatın rengi birbirine karışır, artık bardaktan değil sadece meşrubatın varlığından söz edilir. Kalbinde Allah’ın tecelli ettiğini gören bir velî bazan tecellî mahalli olan kalbi göremez, sadece burada tecelli eden Hakk’ı görür ve o zaman enelhak der. Bundan maksat, velînin kendi varlığını yok sayarak Hakk’ın varlığını dile getirmesidir. (İḥyâʾ, II, 288; IV, 241, 299; Mişkâtü’l-envâr, s. 140).

Fahreddin er-Râzî de Hallâc’ı savunur ve onun bu sözünü çeşitli şekillerde yorumlar. (Levâmiʿu’l-beyyinât, s. 290) Hallâc’ın yaşadığı dönemde ve öncesinde tasavvufî düşünceleri sebebiyle kimsenin idam edilmemiş olması enelhak sözünün o devirde idam sebebi sayılmadığını gösterir. Ayrıca Hallâc’dan sonra da tasavvuf edebiyatında bu ifade benimsenerek sık sık kullanılmış, tasavvuf şairleri derin bir coşku içinde bu sözü tekrarlamaktan büyük bir ruhî haz duymuşlar, en muhafazakâr çevreler bile bu ifadeyi kullanan mutasavvıfları kâfir saymamışlardır.

 

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Hallâc’ın idam fetvasının dini olmaktan çok siyasi bir karar olduğu, siyasi baskılar ve entrikalar sonucunda çıkarılabildiğini anlıyoruz. Onun büyük bir üne sahip olması, fikirleri ile halk kesimini saray ve çevresini eleştirecek seviyeye getirmesi, çevresinde çok sayıda müridin olması, sarayda ve yüksek rütbeli

devlet adamları ve kumandanlar arasında bile birçok taraftar toplamışı, hedef haline gelmesi için yeterli sebeplerdi. Bunun yanında halkın yokluğuna, esaretine ve ucuz işgücü olmasına karşı başlatılan Zenci Kölelerin İsyanına sıcak bakması ve Abbasiler’e karşı Karmatiler’le gizlice iş birliği yaptığı şeklinde söylentiler de çıkınca saray çevresi daha çok endişelenmiştir. Bunun için Hallac’ın susturulması tek çare olarak düşünülmüştür. Öncesinde sarayda ev hapsine alınan ve yıllarca dışarıyla bağlantısı kesilen Hallac, kendisini ziyarete gelenlere bildiklerini anlatmaya devam etmiştir. Özel mülkiyetin tek sınıf elinde olmaması, ilim öğrenmenin ve anlatmanın herkese farz olduğunu, hayata bir anlam yükleme sorumluluğunun toplumun ya da din adamlarının değil, sadece ama sadece bireyin omuzlarında olduğunu, yönetici sınıfının davranışları, harcamaları ve hükümleri ile topluma örnek olmaları gerektiği, lüks ve şatafatın İslam’da yerinin olmadığı gibi konularda vaaz vermeye devam ediyordu.

Bu arada sultanın gözüne girmek için değişik plan ve senaryolar kuran vezir Hamid b Abbas da boş durmuyordu. Halkın içinde bulunduğu sefaletin en büyük müsebbiplerinden olan vezir, halkı bu durumdan çıkaracağına sultanı inandırmakla işe koyuldu. Sultanın güvenini kazandıktan sonra Vezir Hâmid b. Abbas, bu sefer Hallac’ı idam isteğiyle tekrar hâkimler heyetinin önüne çıkarıldı. Delillerin yetersiz olduğunu söyleyen hâkimler idamı için hüküm vermekten kaçındıklarından mahkeme uzun sürdü. Fakat Vezir Hâmid’in ısrarlı takibi ve baskısı karşısında Mâlikî kadısı Ebû Ömer Muhammed b. Yûsuf el-Ezdî idamına hükmetti. Hanefi kadısı İbn Bühlûl’ün muhalefetine rağmen bu hüküm diğer kadılara ve şahitlere imzalatıldıktan sonra Sultan Muktedir-Billâh tarafından tasdik edilince Hallâc, 26 Mart 922 tarihinde Bağdat’ın Bâbüttâk denilen semtinde önce kırbaçlandı; burnu, kolları ve ayakları kesildikten sonra idam edildi. Başı kesilerek Dicle üzerindeki köprüye dikildi; gövdesi yakılıp külleri nehrin sularına savruldu. Kesik başı iki gün köprüde dikili bırakıldıktan sonra Horasan’a gönderilerek bölgede dolaştırıldı.

Hallâc’ın asıldığı yer zamanla önem kazanmaya, Hak şehidi bir velinin türbesi olarak ziyaret edilmeye başlanmıştır. Vezirliğe yeni tayin edilen Ali b. Mesleme’nin, görevine başlamadan önce Hallâc’ın kabri olarak bilinen yeri ziyaret ederek manevî huzurunda dua edip niyazda bulunması, Abbasî Devleti’nin ondan özür dilemesi ve itibarını iade etmesi anlamına gelmiştir.

“Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen, Kuzey Afrika’dan Bengal ve Malaya takımadalarına kadar yayılan ve hemen hemen bütün Müslüman kavimlerin folklorunda az çok yer alan Hallâc’ın tesiri XX. yüzyılda da devam etmiştir. Mısırlı yazar Salâh Abdüssabûr, Meʾsâtü Ḥallâc (Beyrut 1964) adlı eserinde onu haksızlığa başkaldırmanın ve devrimci düşüncenin gözü pek fedakâr bir temsilcisi olarak göstermiştir. Bu yönüyle Senûsî hareketinde de Hallâc’a önemli bir yer verilmiştir. Abdurrahman Bedevî’ye göre Hallâc Kierkegaard’a benzeyen varoluşçu bir sofîdir. Muhammed İkbal ise felsefî-tasavvufî mahiyetteki Câvidnâme adlı eserinde, Jüpiter semasında seyahat ederken Hallâc’ın kendisine yol gösterdiğini söyleyerek ondaki güçlü ferdî dindarlığa, sıradan insanların üstünde Allah sevgisini yaşayan nadir şahsiyetlerden biri olduğuna, dinamik inanç ve aşk anlayışıyla bir Müslüman için iyi örnek olacağına dikkat çekmiştir (s. 287). Hallâc, Nesîmî’den Necip Fazıl Kısakürek’e kadar Türk edip ve şairleri üzerinde de etkili olmuştur. Sâlih Zeki Aktay’ın Hallac-ı Mansur (İstanbul 1942) adlı trajedisi bu konuda kayda değer bir eserdir.” ("İslam Ansiklopedisi, Süleyman Uludağ")

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.