UMUDA İSTİHKAKI OLMAK
“Büyük umutlar için büyük çabalar, büyük aşklar, büyük sorumluluklar, büyük dayanışmalar, büyük öfkeler, büyük cesaret ve şecaat gerekir.”
Atasoy Müftüoğlu
-1-
“Umuda İstihkakı Olmak” başlığı, muhterem Atasoy Müftüoğlu’ndan mülhem yazılmış bir başlıktır. İstihkakı, kelime anlamı olan “hak etme”, “hakkı olma” anlamıyla kullandığımız zaman, “umuda istihkakı olmak” tabiri, “umut etme hakkına sahip olmak” anlamına gelecektir. Bir yerde bir hak edilmişlikten söz ediliyorsa, orada yapılan bir işten, verilen bir emekten, gayretten de söz ediliyor demektir. Böylece umut etmenin bir bedeli olduğu hakikatiyle karşılaşmış oluyoruz. Atasoy Müftüoğlu’nun umuda dair tespitlerine baktığımız zaman, yapılan imlemenin, umudun söz konusu bu bedelle ilgili olduğunu görüyoruz. Sözü buradan devam ettirerek, Atasoy Müftüoğlu’nun konu ile ilgili olarak, ne gibi tespitlerde bulunduğuna bakmaya çalışalım:
“Evvela her Müslümanın şunu bilmesi gerekiyor; çaba harcamayan, sorumluluk almayan Müslümanların, bireylerin ve toplumların umuda istihkakları olmadığını konuşmamız gerekiyor. Yani teslimiyetçi bir umut bizleri yanıltabilir ve helake sürükleyebilir. Teslimiyetçi bir umut, gerçeklerle rüyalar arasında bir ayrım yapamayacağımız noktaya getirebilir bizi. Dolayısıyla düşlerden gerçeğe uyanmak gibi bir sorumluluğumuz var.
İslam dünyası toplumları tarihte son iki yüz yılını hayali umutlar peşinde sürüklenerek geçirdiler. Türkiye’de iki sözcükle, iki cümleyle siyaset yapılıyor. Bu, geleceğe yönelik hiçbir umuda imkân bırakmıyor. Sözcükler: Ezan ve Bayrak. Cümleler: “Bu milleeet…” ve “bir zamanlar…”. Umut, gerçekleri gördüğünüz an, gerçeklerle yüzleştiğiniz an başlar. Umut, bağımsız bir dil ve bilgiyle başlar. Umut bir dayanışma iradesi, bilinci ortaya koyduğumuzda başlar. Dayanışma ruhu ve bilinciyle tarihin gidişatının üzerimizdeki olumsuz etkilerine son verebiliriz. Umudun her zaman bir düşünce-bilinç zemininde öğrenilmesi, yaşanması ve temsil edilmesi gerekir. Umutla direniş arasında çok yakın bir ilişki vardır. Hangi nedenlerle olursa olsun, insani yanımız zaafa uğradığında, zaafa uğramayan hiçbir yanımız kalmaz.
Geçmişte yaşayan bir kültürle bir gelecek bilinci/umudu inşa edilemez. Geleceğe yönelik özgürlük umutları taşıyabilmemiz, bu umutları çoğaltabilmemiz, bu umutları etkili kılabilmemiz için bugüne/şimdiye özgü bütün sorumluluklarımızı eksiksiz bir şekilde yerine getirebilmeliyiz. Bu sorumlulukları çok aziz sorumluluklar olarak üstlenebilmeliyiz. İslami umutlar, küresel bir dil-düşünce-bilinç ve tasavvurla başlayabilir. İslami bilincin uyanışını önce kavramsal bir çerçeve içerisinde tahayyül etmek gerekir. Yeni imkânları gördüğümüzde, yeni cevaplar üretebiliriz. Yanlış beklentiler, her zaman yanlış umutlara yol açar. Analitik-eleştirel gözlem yeteneğine sahip olmadığımız takdirde, kırılgan umutlarla oyalanmayı sürdürürüz. Hamasete katlanmak, düşünmekten kaçmak demektir. Hamasetle ancak sahte umutlar üretilebilir. Gerçekliği bütün boyutlarıyla göremeyen toplumlar/halklar/siyasetler, sahte umutlarla oyalanırlar. Romantik/nostaljik/teslimiyetçi/popülist umutlar sebebiyle, toplumlarımız umut mezarlıklarına dönüşüyor.
Entelektüel haçlı seferlerinin, egemen merkezin ürettiği düşünme ve algılama biçimleriyle İslami anlamda paradigmatik bir hesaplaşma gerçekleştirilmedikçe gerçek umutlardan söz edilemez. Gerçek umutlar ve gerçek çabalar için, bilincin ve ahlakın vatanına dönmemiz gerekiyor. İdeolojik/entelektüel tiranlıkların sınırlarını aşmadıkça, İslami umutlardan ve özgürlüklerden söz edemeyiz. Umutlar, kolektif sorumluluklar alarak ve kolektif bilinç üreterek hayata geçirilebilir.”
Görüldüğü üzere Atasoy Müftüoğlu’nun sözünü ettiği umut perspektifi, soyut, hayali ve sahte olandan; somut, gerçek ve hakiki olana dikkat çeken bir perspektiftir. Her şeyin sahtesinin üretiliyor olması, bugüne özgü bir durum değildir. Umudun da sahtesi her zaman üretilmiştir. Sahte umudun temelinde, emek ve sorumluluğu dışlayan bir yanılsama vardır. Sahte umutla ilgili olarak, saymakla bitiremeyeceğimiz sayısız örnek zikretmek mümkündür. Eğer sahte umudun alıcısı çoksa, hele hele bu alıcılar en çok da Müslümanlar arasından çıkıyorsa, bu demektir ki hakikatin yerini sahte olan almıştır. Sahte olan fark edilmedikçe hakiki olanla buluşmak mümkün olmayacaktır. Sahte olanla hakiki olanı ayırt edecek bilgi ve bilinç için, hayal kırıklıklarına prim vermeyen güvenli tutamaklar olmalıdır. Bu anlamda iman ve tevhidin, umuda istihkakı oluşturan en sağlam tutamaklar olduğunu söyleyebiliriz.
-2-
Güveni umuda açılan kapıya benzetebiliriz. Potansiyel olarak insanın kendisini gerçekleştirmesi, ancak güveni esas alan ilişkilerle mümkündür. Hayatı yaşanır kılan önemli olanaklar olarak sorumluluk, diyalog ve başarı, ancak güvenle olanaklı hale gelir. Paulo Freire, eğitimi konu edindiği Ezilenlerin Pedagojisi kitabında güveni, taraflardan birinin diğerine sağladığı gerçek ve somut amaçlar için gösterdiği kanıtlar üzerinden değerlendirerek, sözlerin eylemlerle uyuşmadığı yerde güvenin de olmayacağına dikkat çeker. Güveni taraflar arasındaki diyalogun, diyaloğu ise umudun gerekçesi olarak görür. Çok haklı olarak, hayatı oluşturan ilgi ve ilişki örüntüsünün de buradan başladığını vurgular.
“Diyalog umut olmaksızın var olamaz. Umut kollarını kavuşturup beklemek değildir. Mücadele ettiğim sürece, umut beni hareketlendirir ve umutla dolu mücadele ettiğim yerde de bekleyebilirim. Diyalogsuz iletişim, iletişimsiz de gerçek eğitim olamaz. Gerçek hümanist eğitimci ve gerçek devrimci için eylemin nesnesi, öteki insanlarla birlikte değiştirecekleri gerçekliktir; yoksa öteki insanlar değil. Devrimcinin rolü, halkla birlikte, özgürleştirmek ve özgürleştirilmektir; halkı “kazanmak” değil.”
Freire’nin ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, sorumluluk kısmi veya bireysel değil, bütüncül ve toplumsaldır. Sorumluluk bütüncül ve toplumsal olduğu zaman, umutlar yeşerir ve umuda yelken açılır. Bunun da gelip dayandığı temel saik güven olmaktadır. Güven temelinde bilinçli yaşantılarla her türlü tembelliği, imkânsızlığı ve güçsüzlüğü aşmak mümkündür. Che Guevara’nın Bolivya’da şikâyetçi olduğu köylülerin durumunu güven üzerinden değil, bilinç üzerinden değerlendirmek gerekir. Köylülerde güven vardı ama bilinç ve umut yoktu. Nitekim kendisine yardım edilen bir kadının ihbarı, Che Guevara ve arkadaşlarının sonu oluyordu.
Güven ve umut Müslümanlarda bulunması gereken çok önemli iki niteliktir. Bu niteliklerdeki aşınmayla birlikte, bireysel ve toplumsal sorumluluk, diyalog ve başarının da önü kesilmiş oldu. Böylece hakiki olana yabancılaşma, sahte olana ise yakınlaşma söz konusu olmuştur. Aliya İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu kitabında mehdi konusu üzerinden sahte umuda dikkat çeker: “Mehdi, bizim tembelliğimizin hatta imkânlarımız ve mücadele vasıtalarımıza nispeten zorluk ve problemlerin orantısız derecede büyük olduğu durumda içimizde büyüyen güçsüzlük hissinin doğurduğu sahte umudun adıdır.” Yüzyılları içine alan uzun bir zamandan beri Müslümanların içinde bulundukları teslimiyetçi, mistik ve popülist hezeyanların temel sebebini sahte umutlar oluşturmaktadır. Söz konusu sahte umutlardan arınmadıkça, herhangi sahih bir varoluş sahibi olamayacağımız da apaçık bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
-3-
Hiç kuşkusuz bir umut devrimine ihtiyaç vardır. Çünkü olağanüstü bir körlükle malûl bir dünya söz konusu. ‘Körlük’ deyince akla ilk olarak Jose Saramago ve “Körlük” adındaki romanı geliyor. Jose Saramago umudu tuza benzetir ve tuzun beslemediğini ama ekmeğe tat verdiğini söyler. Buna nasıl bir anlam biçmek gerekir? Umudu tuz olarak kabul ettiğimizde, ekmeği de yapıp ettiklerimiz olarak kabul edebiliriz. O zaman yapılıp edilenlerde umut yoksa herhangi bir tat ve huzur da olmayacaktır. Saramago’dan devam edecek olursak; gözün görmediğini yürek hissetmez, bilmeyen kişi görmeyen biri gibidir. Onun için bakabiliyorsan gör, görebiliyorsan fark et. Tam anlamıyla insan gibi yaşayamıyorsan, en azından tam anlamıyla hayvan gibi yaşamamak için elinden geleni yap. Körlük ne mesleğe ne de makama bakar. Saramago diyor ki, aslında körlük umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktır. Kör olanların sahip olduğu hiçbir şey yoktur. Körlükten kurtulmak yani görmek için örgütlenmek gerekir. Ama şöyle bir şey var: Kör olduğu halde gören olduğu gibi, gördüğü halde kör olan da vardır. Körlerin en kötüsü artık görmek istemeyen kördür. Fikir değiştirmenin en kolay yolu sağlam bir umuda bel bağlanmaktır.
Bir umut devrimi için, Saramago’dan ilhamla diyoruz ki öncelikle her türlü körlüğü aşmak gerekir. En önemlisi de zihinsel körlüğü aşmak gerekir. Bunun için insan, kendi asli doğasına bir dönüş yolculuğu başlatmalıdır. Karar anlarında başvuracağı ölçü ve ölçütlerini gözden geçirmeli ve gereken değişim için kararlı adımlar atmalıdır. Zaten devrim dediğimiz yeni sürecin, kuralların, ilkelerin değişimiyle ilgili olduğu dikkate alınmalıdır. Eğer sizin kurallarınız ve ilkeleriniz varsa, yani kurallarınızla, ilkelerinizle hareket ediyorsanız, karşılaşacağınız engeller de olacaktır. Onun için bütün devrimler zor ve zahmeti de beraberinde getirir. Zor ve zahmete tahammülün en önemli gerekçesini umut oluşturur.
Burada söz konusu yaptığım umut devriminin öznesi de nesnesi de öznel özerklik sahibi olan insanın bizatihi kendisidir. İnsan için öncelikli hareket alanını, insanın kendi içyapısı oluşturur. İnsanın içyapısı derken, insanın kalbi, ruhu ve zihni akla gelmelidir. Bunun bir adım ötesinde ise anlam ile birlikte anlamak vardır. Umut devrimi, anlamın ne olduğunu anlamakla başlar. İnsandaki körlük veya körleşme anlamın ne olduğunu anlamaktan mahrum olmanın bir sonucudur. Böylece umut devrimi için dikkati gerektiren en hassas konunun anlam ile anlamak konusu olduğu sonucuna varmış oluyoruz. İnsanın asli doğası olan fıtri yapısını olumsuz etkilerden koruması için de anlam ve anlamanın sağlıklı olması gerekir. Çünkü insan bu şekilde kavramsal dünyasını inşa ederek bir anlayış sahibi oluyor. İnsanın yakacağı umut devriminin ateşi, söz konusu bu zihinsel yapıda yani anlayış dünyasında tutuşturulur. Zihinsel devrim olmadan, toplumsal devrim olmaz.
İnsanın kabul ettiği ilke ve kurallar, zamanla insanın kendisi haline gelir. İlke ve kurallar olmadan, sarsılmaz kişilikler de olmaz. Onun için öncelikle insanın sahip olduğu ilkeleri olmalıdır ki sağlıklı, sağlam ve sarsılmaz bir kişiliği de olsun. Bunlar hakikat yolcusu insanın nitelikleridir. İlkelerin olmadığı kişiliksiz yapılarla hakikat yolculuğu olanaklı değildir. Kişilikten yoksun ilkesiz kimselerin umuda istihkakı da olamaz. Onun için umuda istihkaktan söz etmenin koşulu ilkelerin oluşturduğu kişilik olmaktadır. Umutları çoğaltmak için de umuda istihkakı olmak gerekir. Yeni ve aydınlık ufuklar, ancak çoğalan umutların ortaklığıyla mümkün olur. Biri diğerini takip eden bu gereklilikler silsilesi, sağlıklı bir ilişkiyle vücuda gelir. Bütün ilişkiler, etkileşimler ve iletişimler umut var oldukça devam eder. Onun için kurallar, ilkeler ve sınırlar önemli olmaktadır. Eğer bir yerde kural, ilke ve sınır yoksa umut da yoktur. Kuşkusuz bunun aksine olan umut söylemlerinin tümü sahte ve anlamsızdır.
-4-
İslam, gerekçesiz bir umuttan söz etmez. İnsanın kendi çabasına, yapıp ettiklerine dikkat çeker. Her insanın, büyük-küçük her ne yapmışsa, onları göreceğini söyler. Hiç kimsenin emeğinin zayi olmayacağını ve hiç kimsenin haksızlığa uğramayacağını dile getirir. İslami bakış dünya hayatını aşan bir geleceği de içine alan kapsayıcı bir bakıştır. Umudu var eden geleceği oluşturan bakıştır. Zaten olmayan bir gelecek için umudun bir anlamı da yoktur. Birçok değer gibi umut da fıtridir. İnsan doğru bildiğini yapar ve doğru yaptığını düşündüğü şeyden de bir beklentisi olur. İşte umut dediğimiz şey, insanın olmasını beklediği şeydir. Her beklenti öncesinde görmenin, bilmenin ve eylemenin gerekliliği, insanı umuda istihkaklı hale getirir. Bunun dışında kalan umutların sahte olduğunu ve sahte umutların da karşılığı olmayan beklentiler ürettiğini söyleyebiliriz.
İslam’a göre en büyük umut kaynağı Allah’tır. Allah’a bağlanan umutların boşa çıkması mümkün değildir. Çünkü O, her konuda mutlak mükemmelliğin sahibidir. Gücü, kuvveti, bilmesi, görmesi, işitmesi, yaratması hâsılı her hususta eksiklikten münezzeh olandır. Onun için O’na, Kadir-i Mutlak diyoruz. Allah’ın insanı umutla yoldaş kılan en önemli sıfatı ise sınırsız merhametidir. Rahman ve Rahim olan Allah, öylesine bir merhamete sahiptir ki, en büyük cürümlerin sahibini bile umutlu hale getirir. Allah’ın yarattığı bütün varlık âlemi, adeta O’nun rahmetini haykırmaktadır. Körlükle malûl olmamış her insanın bu rahmeti fark etmemesi mümkün değildir. Ancak kalbi, ruhi ve zihni yetileri iflas etmiş kimseler Allah’ın rahmetini fark etmez. Dolayısıyla ancak böyle kimseler umuttan yana bir iflas süreci içinde bulunur.
Hz. Yakup’un Yusuf’la ilgili umudu aradan geçen yıllara rağmen devam etmiştir. Gıda temin etmek için Mısır’a giden çocuklarına, Yusuf’u da araştırmalarını söyler. Allah’ın merhametinden ümit kesmemelerini salık verir. Ancak kâfirlerin Allah’ın rahmetinden ümit kestiklerini hatırlatır. Yusuf’un ümit edişine gelince; o, kuyuya atılırken de zindana atılırken de Allah’a olan ümidini hiçbir zaman yitirmez. Hz. İbrahim’in düşünceden eyleme sürüp giden hayat hikâyesinde umut en belirgin özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Ateşe atılmak dahi onun Allah’a olan ümidinden herhangi bir şey eksiltmez. Onun zihni dünyasında, sapkınlardan başka Allah’ın rahmetinden kimse ümidini kesmez. Musa öylesine bir umuda sahiptir ki, Allah’ın yol göstermesinden hiçbir şüphesi yoktur. Hangi peygamberin kıssasına bakarsak bakalım, netice itibariyle karşımıza çıkacak olan sarsılmaz bir güven ve umut olacaktır.
Hz. Peygamber’in Risâlet’inin her aşamasında tanıklık yapabileceğimiz en önemli özelliğin umut olduğunu söyleyebiliriz. Umudun esas kaynağı Allah olduğu için, yapılan her iş ve oluşta tam anlamıyla bir teslimiyet söz konusuydu. Teslimiyeti oluşturan ise sarsılmaz bir güvendi. Yani yapılması gereken yapıldıktan sonra sonuç bakımından umuda istihkakı gerektiren haklı bir beklenti oluşurdu. Bu anlayışın bir gereği olarak Hz. Peygamber, yapılması gereken bütün hazırlıkları yaptıktan sonra hicret ediyordu. Hicret olayındaki umut, Allah’ın yardımıyla Medine’ye varmaktı. Heyecanlı bir beklenti içinde olan Medine’deki Müslümanların umudu ise Hz. Peygamber’in Medine’ye gelmesiydi. Tevhid istikametinde umutların tevhit olması bütün engelleri ortadan kaldırıyordu. Bizim için güzel bir örneklik teşkil eden Hz. Peygamber’in sünnetine uymak, güven ve umut üzerine verdiği mücadeleyi anlamaktan geçtiğini söyleyebiliriz.
-5-
Bugün Müslümanlar olarak biz, İslam’ın vazettiği değerlerden uzakta bir hayat yaşıyoruz. Yaşadığımız bu hayat paradoksal bir hayattır. Çünkü söylemlerimizle eylemlerimiz birbirini tutmuyor. İşin garip tarafı bu paradoksal durum bizleri rahatsız da etmiyor. Onun için büyük yanılgı ve yanılsamalarla iç içe yaşıyoruz. Durum böyle olunca çeşitli mazeretlerle avunan bir psikolojiye mahkûm oluyoruz: Ya içe kapanarak mistisizme, ya geçmişe kapanarak hamasete ya da geleneğin hükmüne teslim oluyoruz. Bu üç alanın bunaltıcı havasından kaçanlar ise sömürgeci seküler Batılı zihniyet tarafından sınırları çizilmiş umutsuz bir dünyaya yelken açıyor. Egosantrik tutumlar umudun önünde birer bariyere dönüşüyor. Farklı tutum ve davranışlar tehlikeli görülerek telin ediliyor. Hakikatin temsil makamını kimselere kaptırmama anlayışı, sahte umutları hızla çoğaltıyor. Bunun bir çılgınlık ve yok oluş süreci olduğu fark edilmiyor. Bu çılgınlığı kabul etmek demek, insanın kendisinden vazgeçmesi demektir. Kendisinden vazgeçmiş kimselerin umuda istihkakı olabilir mi? Müslümanların gidişatı, ne yazık ki böyledir. Yani biz kendimizden, dolayısıyla kendi değerlerimizden vazgeçmişiz. Bu haliyle bizim umuttan yana bir istihkakımız da söz konusu olmuyor.
Müslüman olarak artık bu gidişatın gidişat olmadığını anlamamız gerekiyor. Bu, bilinmez ve anlaşılmaz zor bir durum değildir. Bilmeliyiz ki her insanın öznel ve özerk bir tarafı vardır. İnsanın bu öznel ve özerk tarafı, bütün varlıklar içinde insanı biricik kılan bir özelliktir. Bütün kararlarımız, eylemlerimiz ve söylemlerimiz bu biricik tarafla ilgilidir. Onun için sorumluluk sahibi olmuşuz. Bu sorumluluğun bir gereği olarak dikkat etmemiz gereken en önemli husus, bize özgü öznelliği başkalarına dayatmamaktır. O sebepten yapıp ettiklerimizi niçin ve nasıl yaptığımızı hesap etmek zorundayız. Bizler tek başımıza olmadığımız gibi, bu dünya da sahipsiz değildir. Sürekli ve kalıcı bir tasarruf imkânına sahip olmadığımıza göre, her şeye emanet gözüyle bakabilmeliyiz. Bu anlayış bile tek başına helak edici ihtiraslara bir direnç sağlayabilir. Ama zaten bizler Allah’tan başka ilah olmadığına inandığımızı söylüyoruz. Buna rağmen umuda istihkakımız olamıyorsa, o zaman anlamdan ve anlamaktan taraf sorunlar yaşıyoruz demektir. Anlamdan ve anlamaktan taraf sorunlar olunca da bir türlü işlerimiz yoluna girmiyor.
Allah bizleri kardeş yapmışken, bizler düşman oluyoruz. Allah bizleri ümmet yapışken bizler sayısız küçük gruplara ayrılıyoruz. Allah bizlere Müslümanca bir varoluşu emrederken, bizler belirsiz varoluşları tercih ediyoruz. Belirsizliklerden istikamet çıkarmak mümkün müdür? İstikamet olmadan umuda istihkak olur mu? Onun için hangi taraftan bakarsak bakalım, içine girmiş olduğumuz bir yabancılaşma sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz. Öncelikle bu yabancılaşmadan kurtulmamız gerekiyor. Kabul ettiğimizi söylediğimiz değerlerin üstündeki örtüleri kaldırmak zorundayız. Böylece içinde bulunduğumuz aldatmacadan kurtulmamız mümkün hale gelecektir. Zira insan, her aldatmaca ile birlikte körlüğe biraz daha yaklaşmış olur. En onulmaz körlükler ise insanın kendi kendisini aldatmasıyla oluşur. Bakmayı ve görmeyi bilirsek, fark etmeyi de öğrenebiliriz. Fark ettikçe gözlerimiz daha net bir şekilde görecek, yürüyüşümüz düzelecek ve umuda istihkakımız da olacak. Unutmayalım ki Allah, ancak umuda istihkakı olanların üstüne rahmetini yağdırır.
Not: Bu yazı Kurani Hayat dergisinin 86. sayısında yayınlanmıştır.
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.