1. YAZARLAR

  2. M. Latif YILDIZ

  3. Türkler İle Kürtlerin Tarihle Sınavı
M. Latif YILDIZ

M. Latif YILDIZ

sorgu / yuksekovahaber
Yazarın Tüm Yazıları >

Türkler İle Kürtlerin Tarihle Sınavı

A+A-

 

            Kürd coğrafyasında bugünlerde yaşanan kanlı savaş hepimize çarpık, ölçüsüz, haksız ve ahlaksız geliyor değil mi? Ancak kısa bir tarih gezisi yapıldığında nesilden nesile intikal eden; tarihten ders alınmayan iktidar, güç, kin ve nefret sürecinin yaşandığını göreceksiniz.  

Türklerle Kürdlerin tarih boyu verdikleri sınav 1071’de Kürdlerin bölgenin yerleşik halkı olarak Anadolu’ya gelen Türklere din kardeşliği savı ile destek vererek başlar. Yani 945 yıl önce başlayarak bu günlere gelindi. Bütün farklılıklara rağmen Türk – Kürd sıkı ilişkisi Osmanlı döneminde 1514 tarihinde Yavuz zamanında doğu seferleri ile başlar. İdris-i Bitlisi “derebeylik”, diğer beylere “özerklik” verilerek süreç geliştirilir. Ancak yönetmek ve iktidar etme söz konusu olduğunda; özerk koşullar yüzünden inişli, çıkışlı bir süreç başlar. Kürdlere yapılan haksızlıklar, eşitsizlik ve adaletsizlikler yüzünden isyanlar uç verir.

Kürdlerin çok fazla yazılı tarihi olmadığı için Cumhuriyet ile başlayan harf inkılabı, Türkleştirme, eğitim sistemi, asimilasyon, inkâr, imha sonucu Kürdlerin geçmişleri hakkında toplumun yeterli bilgi sahibi olması engellendi. Diğer taraftan eski yazı Osmanlı arşivlerini inceleyememe, temel eğitimden Üniversite sıralarına kadar “tek millet” olgusunun işlenmesi 1990 tarihine kadar Kürdler sürekli “dağ Kürdü” olarak tanıtıldı.  

  Gelişen teknoloji ve iletişim ağlarına rağmen Kürdlerin tarihlerine beklenen ilgiyi yeterince göstermemeleri; Türk kesiminin meseleyi görmek istememesi adına “Kürd” dediğimiz devasa soruna toplumun büyük kesimi için ne acıdır ki “Nereden çıktı bu Kürd meselesi” deme noktasına yıllarca çakılıp kaldı.

O yüzden 945 yıldır süren meseleyi bir makaleye sığdırmak mümkün değildir. Yine de olabildiğince özetlemeye çalışacağım. Ama kaç vuruşta bitireceğimi kestiremediğimden en çok da editörüm Sayın Tamer Kayaş’tan peşinen özür diliyorum.

Bu konuyu niçin mi seçtim? Sıcak savaşın yaşandığı Kürd coğrafyasında Türk, Kürd okuyucusuna “Kürd meselesinin” en az 945 yıllık bir sorun olduğunu hatırlatarak “nereden çıktı Kürd meselesi” sözünün arkasına gizlenmesinden artık vazgeçilsin istedim. Bir de bu günlerde Evliya Çelebi’nin Yapı Kredi Yayınlarında çıkan Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı’nın günümüz Türkçesiyle yazılan; 2015 yılında basılan Solmaz Kamuran’ın “Kösem İktidar Şerbeti Kan Kokar” eseri ve 1992 yılında okuduğum halde yeniden okuma gereğini duyduğum Dr. Celile Celil’in “ XIX Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürdler” yapıtlarını süren sancılı savaş döneminde okuyunca konuya değinme gereğini duydum.  

            Kürdler tarihlerini yazmadıkları gibi (stranbejlerin sözlü aktarımı hariç bir elin 5 parmağı kadar yazılı eserleri ya var ya yok) halen de öğrenme meraklarının olmadığını çevremden, Kürd arkadaş, dostlarımdan biliyorum. Ancak ecdadını tanımayan,  geçmişini bilmeyen geleceğini tayin edemez sözünden yola çıkarak geçmişten ders çıkartarak gelecek için hata yapmamak gerektiğini bilenlerdenim. Bu yüzden Türk ve Kürd okuyucuların bilgilenmesi için “tarihle sınav” makalesini yazma gereğini duydum.

            Yavuz Sultan Selim’e kadar Kürd Beyleri, Mirleri, Hanları özgürce kendi bölgelerinde hüküm sürmüşler. Yavuz ve İdris-i Bitlisi ile başlayan süreç durumu değiştirir. İdris-i Bitlisi Ansiklopedilere göre “çok yönlü bilim adamıdır. Osmanlı Devleti’nin doğu siyasetinde rol oynamıştır. Tıp, kozmografya, felsefe, tasavvuf, siyaset, ahlak ve tarih gibi değişik alanlarda Arapça, Türkçe birçok eser vermiş Kürd kökenli Osmanlı Devlet adamıdır” der.

            Osmanlı kaynaklarında “Mevlana”, “Molla” olarak isimlendirdiği İdris-i Bitlis-i için Kürd ve bazı tarihçiler “İdris-i İblis-i” demişler. İdris-i Bitlis-i 1514 – 1517 yılları arasında Osmanlı’ya verdiği destek ile Kürdleri böldüğü; İmparatorluğun 300 yılı aşkın doğuda güçlü bir egemenlik sürmesinin temelini attığı ileri sürülür. Bitlisin Kürdleri sattığı Evliya Çelebi’nin günümüz Türkçesiyle yeni baskı Seyahatnamesinde “Molla İdris” dediği İdris-i Bitlisi için Diyarbakır kuşatması nasıl olmuş, nasıl sonuçlanmış ondan bir kesit aktarmakla yetineceğim.

            “…Selim Han Çaldıran Savaşına giderken bu Diyarbakır Kürdleri yolkesicilik edip Müslüman askerlere Kemah, Tercan, Bayburt ve Canha kaleleri yollarına hayli zararlar verirler” diye suçlar. Ve Diyarbakır hâkimi kapıcıbaşına “Şah İsmail’den intikam alabilirsem Diyarbakır’ımın 200 bin tüfenk atar Kürdümden intikam alasın” diye mektup yazılmış.

            “…Zaferden sonra Bıyıklı Mehmet Paşa Diyarbakır kalesini kuşatır. 70 gün büyük savaşlar edip Dağ kapısı ve Mardin kapısı taraflarından döven top ile gaziler yürüyüş halinde iken (Gerçek tarihe göre inanılmaz bir Kürd direnci ile karşılaştığı için şehri alamıyor) Mardin tarafından Molla İdris 40 bin asker ile yardıma gelmiş. Molla İdris kale içinde Kürdler ile görüşmüş. Güya onlar da ‘aman ey Osmanoğlu’nun seçkini’ deyip Diyarbakır kalesini Bıyıklı Mehmet Paşa’ya barışla verdiler. İmadlı Molla İdris yardımıyla.” Diye yazar. Diyarbakır Kürdlerden nasıl teslim alınmış bilmem anlayabildiniz mi?

            Olay bununla bitmiyor Evliye Çelebi şehir teslim alındıktan sonra nelerin olduğunu da yazıyor: “ … Kale içinde bütün Kürdler ayakları çıplak, perişan ve içleri yanarak hâkimleriyle Mardin’e vardılar, orada da duramadılar.” Yani işgalden sonra perişan halde sürgün edildiler.

İdris-i Bitlis-i Kürd aşiret beyleri ile görüşerek Osmanlı Devletine katılmaya ikna etti. Kürdler Akkoyunlu ve Safavilerle olumsuz ilişkiler yaşadıkları için Bitlislinin teklifine sıcak bakarlar. Tabii İdris-i Bitlis-i ye Osmanlı’nın en büyük rütbesi olan Kazaskerlik rütbesi ile ödüllendirilir. Kürd beyleri de vali olarak atanırlar, valiliğin babadan oğula geçmesi sağlanır. Ancak anlaşma uzun ömürlü olmamış, kısa bir süre sonra lağvedilip Anadolu kazaskerliğine bağlanmış. Kıssadan hisseden günümüzde olan olaylara bakın, geçmişle günümüzün mukayesesini varın siz mukayese edin.

1606 yılında IV. Murat zamanında “Celali İsyanları” adı altında Anadolu’da yapılan isyan bastırma seferlerinde “Celali” Kürdlerinin de yok edildiği tarihçiler yazar. “Muhteşem yüz yıl Kösem” dizisinde izlediğiniz “Kösem Sultan’ı”; Solmaz Kamuran’ın “Kösem İktidar Şerbeti Kan Kokar” kitabına geçmeden Kösem Sultan Kimdir ona bakalım:

1589 ya da 1590 yılında Anastasia adıyla doğduğu. Rum asıllı, Yunanistan’ın Tinos adası Meryem Ana İkonasında Rahip peder Marco ile satranç oynayan genç bir kız. Deniz Korsanları esir alarak İstanbul’da Kızlarağası aracılığıyla Osmanlı Saray’ına getirilmiş. “Kösem” adını verdikleri Anastasia sarayda mahareti ve zekâsı ile yükselerek 1.nci Ahmet’in önce hasekisi, sonra vazgeçmediği sultanın 1. gözdesi ve eşi olmuş.

İşte o Haseki Mah-Peyker Kösem Valide Sultan 48 yıl Osmanlı Sarayında “kösem” diğer lakabı ile “Valide-i Muazzama” adıyla yönetimde etkin olmuştur. Kösem’in oğlu I. Ahmet döneminde Derviş Paşa’yı rüşvet, sarayda gizli kapılar açma suçundan boğdurtup yerine seksenli yaşlarda Hırvat asıllı devşirme Kuyucu Murat Paşayı getirilir.

            Yaşlı Kuyucu Murat Paşa’nın okullarda okutulan tarih kitaplarında 1607-1608 yılları arasında Anadolu seferinde “Celali” isyanlarını bastırma adı altında yaşlı hali ile insanların kökünü kazdığı yazılmaz. Oysa o günkü tarihçilerin ifadesiyle taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmamış. Yumuşak görüntüsüne rağmen gaddar ve çok kurnazmış. Kazanmak için sadece savaşı değil, her türlü hileyi kullanırmış.

Öyle ki; 30 (40) bin insanın başını kestiği, kesik başlardan otağının önünde piramitler yaptığı yazılır. Kesik başlardan bir kısmını sergilemek için payitahta gönderirmiş. O kadar gaddarmış ki kazandığı savaşların sonunda çadırının önünde oturup kellelerini kestirdiği adamların cesetlerini kazılan kuyulara atılmasından zevk aldığı için “kuyucu” lakabı verilmiş. Bir defasında küçük bir çocuğu kendi elleriyle boğduracak kadar gaddar olduğu iddia edilir. (s.k. Kösem)  15 Ağustos 1611 de ordugâhı Diyarbakır’da iken 81 yaşında ölmüş.

            Tarihi gerçekler o ki Kuyucu Murat Paşa “Celali” adı altında Kürd Alevileri ve Kürdleri acımasızca katlettiğidir. Ki Dr. Celile Celil sağ kalan “Celali Birliği” XIX. Yüzyılda parçalanarak kaç ailenin İran’a, kaçının Rusya’ya geçtiğini, kaçının Türkiye’de kaldığını kabilelerin ismini vererek hangi taifelere (Halikyanlı, Sakyanlı, Balhekyanlı, Banoka, Cenukyanlı, Suranlı, Kızılpaşalı) ait olduğunu Rus ve batı kaynaklarını araştırarak yazmış.

            Ancak Kuyucu Murat Paşa kadar yıkıcı olan II. Mahmut döneminde Reşit Mehmet Paşanın yaptıkları vardır. II. Mahmut’un merkezi yönetime geçmesi arzusu ile 1833’te Sivas’tan Revandüz’e kadar Kürd Derebeyi ve özerk valilerini merkeze bağlamak için Reşit Paşayı görevlendirir. Kuyucu Murat Paşa timsali taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayan şiddetle Kürdlere karşı büyük savaş açar. Yaptığı zulüm üzerine isyan bütün bölgeye yayılır. Reşit Paşa tıpkı bugün olduğu gibi her şeyi “güvenlik” adına yapıyordu. Ve bütün bölgeyi merkezi otoriteye bağlamak istiyordu. Tıpkı Kuyucu Murat Paşa gibi o da Diyarbakır’da 1836 da öldü. 1514 tarihinde verilen özerk yönetim II. Mahmut döneminde merkeze bağlandı. 1847 Mir Bedirxan 2. Kez ayaklandıysa da İstanbul ve Girit’e sürülmesiyle süreç akamete uğrar.

Sonuç, 1889 tarihinde Fransa Devriminden etkilenerek Türk Milliyetçiliğinin temelini atan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) günümüze kadar gelen süreci başlattı. 1. Dünya savaşı, Kurtuluş savaşı ve Lozan Konferansında verilen sözler tutulmayınca 1940 yılına kadar TC’ye karşı peş peşe Kürd isyanları çıktı. 1940 – 1960 arası inkâr, imha ve asimilasyon sonucu fetret devrini yaşayan Kürdler 1960 darbesinden sonra kabul edilen Anayasa ile Kürd öğrenci, aydın ve gazeteciler Türk solu ile Kürd meselesini yenide gündeme taşıdılar.

Sonra 1970’li yıllar, 1972 muhtırası, 12 Eylül 1980 kanlı darbesi ve 1984 Eruh baskını ile başlayan son Kürd isyanı. 1990 yılında büyük çatışma ve faili meçhullerle 31 yıl sürer. 3 yıl gibi kısa bir “barış süreci” aldatmasından sonra 8 Haziran 1915 tarihinde “hendeğe” karşı “şehir ablukalarıyla” topyekûn vatandaşlarını tank, top ve silahlı baskı ile sindirme, öldürme, yakılıp yıkma siyaseti sonucu 32 yıl süren dönemin en acı ve kanlı sürecini yaşıyoruz.

Görüldüğü gibi 945 yıldır iktidar için güç, silah, savaş yöntemleri kullanılmış. Ancak bu siyaset sorunu bitireceğine kartopu gibi büyütmüş. Bin yıllık inat iki tarafa da istedikleri bir sonucu getirmemiş. Nitekim 3 yıl “barış” denilen süreçte ülkenin ve bölgenin huzura ne kadar kavuştuğunu hep birlikte gördük ve yaşadık. Süreci yeniden gerçek ve ilkeler bazında eşit ve adalet ile ele almak günümüz dünyasının gereği değil mi? Savaşmak, yıkmak, yakmak, öldürmek kaderimiz değil, olmamalıdır. Dilerim bu tarihi olaylar ders olur da tarihi tekerrür ettirmeyiz; yeni sınavımızda sınıfta kalmayız. Yerel mi, özerk mi, eyalet mi, başkanlık mı, yarı başkanlık mı her ne ise bir şekli ile eşit ve adil “barış” olur; akan kan durur, anaların gözyaşı diner.


 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.