1. YAZARLAR

  2. Markar ESAYAN

  3. Türkiye’nin konuşmaya hakkı var mı?
Markar ESAYAN

Markar ESAYAN

Serbestiyet
Yazarın Tüm Yazıları >

Türkiye’nin konuşmaya hakkı var mı?

A+A-

Konuya girizgâhımızı 20 küsur asır önceye giderek, Kudüs’te heyecanlı günlerin yaşandığı tarihi bir andan kesit alarak yapalım. “Suçlu” yakalanmış, Ferisiler tarafından Romalı Vali Pilatus’a getirilmişti. Vali, Ferisilere, “Bu adamı neyle suçluyorsunuz?” diye sordu. Ona“Bu adam kötülük etmiş olmasaydı sana getirmezdik” dediler. Pilatus ise onlara, “O zaman alın bu adamı kendi yasalarınıza göre yargılayın” deyince, “Bizim kimseyi ölüm cezasına çarptırmaya yetkimiz yok” diyerek cevap verdiler.

Sonrasında Pilatus bu ilginç Yahudi fenomeni yanına çağırır. Ferisilerin kendisini Sezar’a şikâyet edeceğinden ötürü tedirginliği var. Bu şikâyet, önü açık yetenekli bir bürokratın yükselmesine engel olabilir. Özetle Pilatus zor durumdadır. Nasıralı bu marangozun en azından kendi kanunlarına göre masum olduğunu bilmektedir. Ama bir isyan onun sonu olacaktır. Tıpkı o yılın Başkahini Kayafa’nın “Bir adamın ölmesi, bir milletin mahvından iyidir” cümlesinde tezahür eden real politiğin simetrisi, Pilatus’ta da başka nedenlerle işlemektedir.

Ona “Sen Yahudilerin kralı mısın?” diye sorar Pilatus. Sorunun muhatabı Başkahin Kayafa’ya yaptığını yapar; onu kendi kuşkusunda yakalar. Önceki sorgusunda Kayafa’nın huzurunda kendisine tokat atıldığında, “Eğer yanlış bir şey söyledimse, yanlışımı göster. Ama söylediklerim doğruysa, niçin bana vuruyorsun” dediği bilinir. Pilatus’a “Bunu kendiliğinden mi söylüyorsun, yoksa sana başkaları mı söyledi?” diye sorar. Pilatus “Ben Yahudi miyim?” diyerek topu önce taca atar, sonra “Demek sen bir kralsın öyle mi?” diye bir hamle daha yapar. Nasıralı ise “Kral olduğumu sen söylüyorsun” karşılığını verir: “Ben gerçeğe tanıklık etmek için doğdum, bunun için dünyaya geldim. Gerçekten yana olan herkes benim sesimi işitir.” Ve Pilatus ona “GERÇEK NEDİR?” diye sorar ve konuşma burada biter.

Bu müthiş bir diyalogdur. Tahmin ettiğiniz gibi Nasıralı “suçlu” İsa Mesih’tir ve –yersel-göksel– “krallık” tartışması üzerinden “laiklik” tanımını yapmış, besbelli Pilatus ikna olmuştur. Üstelik Pilatus’un Herodot ve Protogoras’ın “göreciliğinden” muhtemelen haberi vardır. Trajik sonucun aksine, aslında İsa ile Pilatus arasında bir uzlaşma yaşanmıştır. Ortak bir menfaat için gerçeklikle oynanacak, bir suç işlenecektir. Ama Pilatus ikiyüzlülük etmez ve Ferisiler gibi geçersiz, çelişkili argümanların arkasına sığınmak yerine bunu İsa karşısında kabul eder.

Laik bir putperest olan Romalı Pilatus, konunun dini bir ihtilaf olduğunu, bunun kendi yasal yükümlülüğü içine girmediğini anlamıştır. İsa’ya ise “Gerçek nedir?” diye sorarken, aslında, bir olgu veya olayın, olsa olsa ancak tarihsel dar bir kesit ve kültürel bağlamı içinde öznel bir “gerçekliği” olabileceğini (yani aslında genel geçer bir nesnellik iddiasının mümkün olmadığını), bu gerçekliğin ise yine aynı bağlam ve gelenek içinde uzlaşma sağlansa bile, ahlaki olmayabileceğini ima etmiştir.

Tarihi âna dönelim…

Pilatus İsa ile konuşmasını bitirdikten sonra Ferisilere dönerek “Ben bu adamda bir suç göremiyorum” der. Ancak daha sonra, karısının da “Bu adam masum, ona zarar verme”diye yalvarmasına rağmen, baskılardan korkacak ve İsa’yı çarmıha gerdirecektir. Pilatus da, dönemin en ileri hukukuna sahip olmakla övünen bir medeniyetin ilkelerini reel politik için feda etmişti. İlkeler ihlal edilirken, gerçeği eğip bükmeye yarayacak argümanlar sonsuz kere çoğaltılabilirdi. Gerçek sorun argümanlarda gibi gözükse de, aslında zihinsel temelliydi.

Bu tarihsel olayı, fark ettiğiniz üzere “gerçeklik” tartışması dikkatimi çektiği için kullandım. Kendi dar zihinsel dünyaları ve cahilliklerini her şeyin üzerindeki mutlak gerçek olarak görenlerin biriktiği bir zihniyet kulübü dünya tarihinde her zaman var olmuş ve olacaktır. İlginç bir nokta ise, bu türden “tek”lik dayatmasında bulunan “fikir” sahiplerinin, bu fikirlerin toplum üzerinde uygulanmasında samimiyet ve müzakereye değil, Roma tarzı bir güç merkezine dayanmış olmasıdır. Tabii ki ahlaki kurallar da dönemsel, coğrafi ve geleneksel olma özellikleri taşır ve görecelidir ama “suçsuz insan öldürmek” gibi birtakım basit evrensel kurallar da vardır. Bu evrensel kurallar “reel politik” adına çiğnenmek istendiğinde, bir kaba kuvvet merkezi arkalanır ve laf kalabalığına sığınılır. Ferisilerin Pilatus’a İsa’nın suçunu net biçimde delillendirmek yerine, “Suçu olmasaydı sana getirmezdik” demesi ve “Çarmıha ger, çarmıha ger!” diye haykıran birkaç bin kişinin avluda bulundurulması gibi.

Bu model tarih boyunca kendisine hiç ara vermemiştir. Ama modern dünyada durum daha karmaşık hale gelmiştir. Ara kademeler çoğalmış ve totaliterlik “bilimsellik”, “sekülerlik”, “demokrasi ihracı”, “hak mücadelesi”, “reel politik”, “milli menfaat”, “kaynak kıtlığı” gibi argümanların arkasına gizlenmiştir.

Sokrates günümüzde yaşasaydı belki bedenen öldürülmeyecekti ama muhtemelen karakter suikastları veya “suskunluk” cezasına kurban gidecek, fikirleri itibarsızlaştırılacaktı. Hele ki, modern Sokrates’imiz Batı’nın genel geçer “bilimsel” veya sosyal “gerçeklik kulüplerine” aykırı bir iddiada bulunsun! Veya Fransa’da yaşasın da kürtaja karşı olanların, kürtaja sınırsız özgürlük isteyenler kadar eşit söz hakkına sahip olması gerektiğini, okullarda evrim teorisi ile yaratılış teorisinin de aynı müfredatta yer almasını savunsun. Modern Sokrates’imiz, muhtemelen bedenen öldürülmeyi yeğleyecek denli “laik uzmanlar” ve “profesyonel özgürlükçüler” tarafından –yanlış anlama ve argümanlara boğulma görünümlü– lince uğrayacaktır. Aynı örneği Karl Feyerabend, Galileo üzerinden verirken Kilise’nin bugünkü uzman oligarşisinden çok daha açık ve dürüst davrandığını ifade eder ve ekler: “Galileo evren kuramını savunurken, Kilise’den çok daha kibirliydi.”

Reel-politik

Ama sıkıntı bununla da bitmez. Diyelim ki, tüm riskleri göze aldınız ve suskunluk cezasına da çarptırılmadınız. Burada da başka bir sorun pusuda bekler. Konuyu değil, tartışma yöntemlerini ve konunun sayısız nesnelerini tartışmak zorunda bırakılırsınız. Argümanlar asla gerçek düşünsel zemine indirilmeyecektir. Çünkü genelde orası oldukça boştur. İçeriksizlik, içeriğin yerini almış, konjonktürel olarak argümanı değişebilecek bir münasip boşluk yaratılmıştır. Rakipleriniz, konunun kendisinin ne olduğunu bile unutmuşlardır. Aslında tümdengelimci kof bir argümanlar deposuna sahiptirler ve onları sayısız kez tekrarlamakla –totoloji– mutlak gerçekliğin sağlandığını düşünürler. Bunun nedeni zaten mutlak ve tüm evrende geçerli yasaları onların bulduğuna, dolayısıyla, sizin bir vakit kaybı ve yok edilmesi gereken bir heretik olduğunuza inançtır. Tarihin belirli bir kesitinde, belirli şartlar altında, ampirik olarak kanıtlansa bile kendisinden evrensel çıkarımlarda bulunulamayacak yerel kanıtları mutlak gerçeklik örneği olarak üzerinize yığarlar.

Tuzağa düşerseniz siz de verilen örnekleri çürütmek için tüm enerjinizi harcarsınız. Halbuki bu işin sadece piar kısmıdır. Akademi, medya ve iktidar merkezileri ile düşer kalkarlar. Bu kötü bir şey olmayabilirdi; eğer böyle olmadığı reddedilmese ve bu ilişki sayesinde toplum mühendisliklerine girişilmeseydi.

Yani bu yöntemle başarıyla ulaşamayacak kadar deplasmandasınızdır. En özgürlükçülerinin size lûtfedeceği şey, sizin kendinizi onlara eşit zannedeceğiniz konforu şekilsel olarak sağlamaktır. Sizin bir ihtimal, gerçekliği bir yerinden temsil ettiğinizi düşünebilirler; ama kendi etimolojik ezberlerini sarstığı veya sizi anlayamadıkları anda sertleşecekler ve sessizce ortadan kaybolup sizi uzman görünümlü tetikçilerin eline teslim edeceklerdir. Buna felsefe ve bilimin reel politiği diyebiliriz. Çünkü hata sizdedir… Mesele bir tartışma hakkında argüman üretmek değildir. Mesele o veya bu ideolojinin, bilimsel teorilerin iddialarında da değildir.

Savunulan argümanlar, onların içinde işlevselleştiği zihniyet dünyası ve iktidar bağıntılarının semptomlarıdır, konunun kendisi değil. Tartışmalar bu nedenle sonsuz kere sonsuz kez kafa karıştırıcıdır. Çoğu iddia, kuluçkası olan zihniyet dünyası ve iktidar bağıntılarından bağımsız değildir. Her kulüp dışı yeni teori, öncellikle bu zihniyet dünyası ve iktidarı hedef aldığı oranda tehlikeli sayılacaktır. Bir teorinin, teklifin Batı dışından gelmesi ve anlaşılamaması bile tehdit olarak algılanması için yeterlidir. “Bilimsel objektivizm”, “rasyonellik” ve “evrensel nesnellik”, sadece kendisini mutlak gören zihniyet dünyasına ve iktidar bağıntısına boyun eğildiği müddetçe cari olacak, boyun eğmenin anlamı da zaten orijinal olanın delik deşik edilip devşirilmesi anlamına gelecektir.

Yani aslında yaşanan bir müzakere, ikna etme-olma süreci değil, eşitsiz bir güç savaşıdır. Bilimsellik, demokrasi ve nesnellik gibi kavramlar ise –bunlar da ancak diğerleri kadar bir gelenek olabilir, evrensel değildirler– bu eşitsiz savaşı maskelemek için kullanılan ambalajlar haline gelmiştir. Şüphesiz Batı’da iyiniyetli küçük adacıklar bulmak mümkündür, ama onları çevreleyen okyanusun vesayeti altındadırlar. Fonların serbest kalmasının koşulu bu vesayeti kabul etmekten geçer ve çoğu bir tercihle yüz yüze kaldığında çarmıha gerilmek yerine Kayafa veya Pilatus’un “rasyonelliği”ne sığınmayı tercih ederler. Söylenmek istenen şudur: Belirleyici olan argümanlar değil, zihniyet dünyaları ve onların yaslanmış olduğu iktidardır. Mesele kimin konuşmaya hakkı olduğu, kimin ise susması gerektiğidir.

Batı’nın iktidar üstyapıları

Günümüze, dünyaya ve Türkiye’ye gelelim… Türkiye kendi içindeki egemenlik kavgasındaki benzer söylem ve stratejilerine dünyada da maruz kalmaya başladı. Türkiye, içeride mesela Hürriyet, CNNTürk, Radikal, Birgün, Bugün, Zaman, BBCTürkçe, T24 vs. yayınları ile aksaçlı sinirli yazarların homurtuları ve Der Spiegel, Bild, Frankfurter Allgemeine, The Economist, BBC, WSJ, Freedom House, HRW, Amnesty İnt. gibi türlü kurumların ortaklaşan önyargılı tavrına karşı kendini anlatmaya çalışıyor. Evet, bu çaba önemlidir. Türkiye’yi dış dünyaya anlatan tekeli kırmak, dünyada Türkiye’yi anlamaya çalışan samimi insanlar için önemli bir imkân sağlar. Diğer yandan, Batı kendi zihniyet sınırlarına takıldığı için, kendi dışında olan bitenleri anlamakta zorluk çekmekte, “yabancı” bir olguyu kendi diline çevirememekte ve tedirgin olmaktadır.

Ama bu mesele bu çabadan fazlasını talep eder. Argümanlarla boğuşmakla yetinen çaba anlaşılmamaya mahkûmdur. Çünkü güçler eşitsizdir. (Deplasman.) Kendini doğru anlatma, neyin dizayn çabası, neyin eleştiri olduğunu ayırt etme ve kendini düzeltmek gereklidir, bu da doğru. Bu çaba Batı kamuoyu için anlamlıdır, ancak Batı’nın iktidar üstyapıları sizi sizden daha iyi tanımaktadır zaten. Hasılı bu adım da yeterli değildir.

Bu mücadelenin asıl omurgası, zihniyetlerin üzerine oturduğu iktidar ilişkileridir. Algı imalatları birer semptomdur. Gerçek mücadelenin arayüzde kalması için de elzemdir. Meşruiyetlerini gerçeklik iddiasından değil, egemenlik mücadelesinden alırlar. Gücün eşliğinde, zaten göreceli olan gerçeklik sadece bir imalat haline gelir. Bu nedenle, siz Yılmaz Özdil veya Der Spiegel‘de tezahür eden haksızlıkları anlatmaya çalışarak enerjinizin hepsini harcayabilir, öfkelenerek duygusal hatalara düşebilir, daha kötüsü, bunlarla tatmin olabilirsiniz. Batılı analistlerin haksız olmadıkları bir Doğu tanımı vardır:“Doğulular” derler, “biraz övgü veya biraz taciz ile gerçeklik duygularını kaybederek kolayca manipüle edilebilirler.”

Ahlaki güç

“One minute” ve “Dünya beşten büyüktür” gibi çıkışlar çok yıkıcı etki yarattı Batı’nın üst yapılarında. Bir zihniyetin gayr-i ahlâkî ve kof olması, o zihniyetin tüm devâsâ teknolojisi ile size karşı harekete geçmeyeceği anlamına gelmez. Bilâkis, bu anlama gelir. Batı kendisini merkez alıp dünyanın geri kalanına yabancılaşarak tekdüzeliğe mahkûm olmuş, modern bir Bâbil Kulesi inşa etmiş ve Galileo öncesi dünya (Batı) merkezli evren modeline geri dönmüştür.

Türkiye tarihin doğru yerinde duruyor ve ne ilginçtir ki hâlâ ayakta. Bu başarısını doğru, ahlâkî, derinlikli, kompleksi değil özeleştiriyi ve aklı merkeze koyan, eforik olmayan bir strateji kurarak sürdürmesi gerekiyor. Tarihin doğru yerinde durmanın ahlâkî bir gücü vardır. Ama tek başına yeterli değildir. Sözün karşıya doğru gitmesi, bir iletişim hâli olduğu kadar bir ayakta kalma meselesidir.


 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.