1. YAZARLAR

  2. Zeki Savaş

  3. Tevhidi Mesaj Ulusal Dil
Zeki Savaş

Zeki Savaş

Yazarın Tüm Yazıları >

Tevhidi Mesaj Ulusal Dil

A+A-

Batı ürünü olan ulusalcılığın İslam dünyasına sirayetinden beri ulusal egemenlik hakkının kullanılması gibi ulusal dillerin kullanılması da tartışma ve yasaklanma konusunu oluşturmaktadır.

Bir önceki yazıda ulusların kendi ulusal egemenlik haklarını kullanmalarının İslam ve ümmet mefkuresi içindeki yerini ele almıştım. Bu yazıda da ulusal dillerin kullanılmasının (bu babtan olmak üzere Kürd dilinin kullanılmasının) İslam, ümmet ve tevhidi mesaj açılarından neyi ifade ettiği, neye tekabül ettiği konuları üzerinde duracağım.

İslam açısından en önemli konu bireyin, ailenin ve toplumların müslümanca yaşamasıdır. İnsanların İslam'ı yaşayabilmesi için de önce onun mesajını anlaması sonra da ona iman etmesiyle olur. İnsanlar, bir konuyu, özellikle de hayati önemi haiz bir konu ya kendi ana diliyle veya çok iyi bildiği bir dille kendisine ulaştırıldığı zaman anlarlar. Doğal olarak insanların en iyi bildiği dil, kendi ana dilidir. İkinci dil ancak eğitim ve öğretim sonucu öğrenilen dildir.Dolayısıyla ikinci ve üçüncü dilleri ancak eğitimli insanlar bilir.

Allah u Tebareke ve Teala İbrahim suresinin dördüncü ayetinde, "(Allah'ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir" diye buyuruyor.

Bu ayetten sarahaten anlaşılıyor ki, bütün kavimlere kendi dillerinden olan peygamberler gönderilmiş, risaletlerini kavimlerinin diliyle eda etmiş, tevhidi mesajı kendi kavmine kendi kavminin diliyle sunmuştur. Bunun aksinin vaki olmadığı yine ayetten anlaşılmaktadır. Çünkü ayette istisna edatı olan الا hasr ve tekidi de ifade etmektedir. Yani hiçbir peygamberi göndermedik ancak kendi kavminin diliyle. Yani bütün peygamberleri kendi kavminin diliyle tebyinde bulunsun, ilahi emirleri açıklasın diye gönderdik. Bir diğer ifadeyle kendi kavminin diliyle hitap etmeyen hiçbir peygamber göndermedik demektir. . Ayette hasrın olduğunu belirttik, bu hasr, Hz. Lut’un istisna edilmesiyle bozulmaz. Dili Süryanice olan Lut (a.s) Hz. İbrahim tarafından, dili İbranice olan bir kavime risalet göreviyle gönderildi. Merhum Alusi'nin ifadesiyle “peygamberler ya kavimlerinin dilerinden seçilir ya da eğer başka kavimden bir başka kavime gönderilecekse o kavimin dilini bilip ve konuşması gerekir". Dolayısıyla Hz. Lut İbranice'ye vakıftı. Gönderildiği kavmin diliyle onlara hitap ediyordu. Hz. Lut'un gittiği kavmin diliyle onlara hitap etmiş olması, hasrın bozulmadığını göstermektedir.

Bütün peygamberlerin kendi kavimlerinin diliyle gönderilmesinin nedeni de yine aynı ayet içinde ifade edilmiştir. Amaç: (لیبین لهم ) Yani onlara tevhidi açıklasın, Allah'ın emirlerini beyan etsin. Teybin fiilinin başındaki ل edatı, illeti, nedeni ifade eder. Peygamberlerin kendi kavimlerine kendi dilleriyle hitap etmek zorunda olmalarının nedeni, onlara tevhidi mesajı sunabilmesi içindir. Başka nasıl olabilir ki? Bir kavme bilmedikleri bir dille hitap etmenin, yaşamsal öneme sahip tevhidi mesajı onların anlamadığı bir dille ifade etmenin nasıl bir anlamı olabilir? Mesajın yerini bulması için tek yol, ilgili insana veya kavime anlayacağı dille o mesajı ulaştırmaktır.

Bu ayetten zımnen ikinci bir anlamı çıkarmak da mümkündür. Bir peygamberin risalet görevini, peygamberlik görevini, eğer kendi kavminin diliyle hitap ederse yerine getirmiş olur. Kendi kavminin diliyle hitap etmediği zaman, o kavim mesajı anlamayacağı, doğru algılamayacağı için risalet görevi de eksik olarak yerine getirilmiş sayılacaktır. İlahi hüccetin tamamlanması için her kavime kendi diliyle tevhidi mesajın ulaştırılması gerekiyor. Çünkü bir kavime kendi dillerinden birisi gönderilmez ise ahirette, mahkemey-i kübrada mazeret getirmeleri tabiidir. Böyle bir ihticacı engellemek için Allah u Tebarek ve Teala, bütün kavimlere kendilerinden ya da onların dilini konuşan bir peygamber göndermiştir. Ulu'l Azm peygamberler ise, bütün insanlar için gönderilmiştir. Bu beş büyük peygamber, temsilcilerini seçerken, onların, gideceği kavmin dilini bilmesine özen göstermişlerdir.

Ayetin devamındaki, "Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir" kısmı, risalet görevinin, ilahi hüccetin ancak her kavime kendi diliyle tevhidi mesajın ulaştırılması sonucu hasıl olduğuna işaret etmektedir. Yani peygamberler aldıkları tevhidi mesajı kendi kavimlerine kendi dilleriyle ulaştırdıktan sonra görevlerini yerine getirmiş sayılıyor ve gerisi Allah'ın takdirine kalıyor. Allah dilediğini doğru yola sevk eder dilediğini de saptırır. Allah'ın bu iradesi ve beşerin sorumluluğu, kendi dilleriyle tevhidi mesajı aldıktan sonra başlamaktadır.

Kur'an'da Rabbimiz tarafından bize en doğru şekilde aktarılan peygamberler tarihini incelediğimizde şu hususları görürüz:

1-Her peygamber bir kavime gönderilmiştir.

2-Her peygamber, kendi kavminin diliyle hitap etmiştir.

3-Her peygamber ile kendi kavmi arasında dil birliği ve kan bağı vardır.

4-Bütün peygamberlerin mesajı ve muhteva dili birdir.

5-Hz. Muhammed'e (s.a.v.) kadar geçen süredeki peygamberler ve tevhid tarihinde mesaj birdir, tevhididir; dil, ulusaldır. Tevhidi mesaj ilgili her kavime kendi diliyle aktarılmıştır.

Hz Nuh:

"Nuh kavmi de peygamberleri yalancılıkla suçladılar. Kardeşleri Nuh onlara: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız demişti. Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak Alemlerin Rabbidir" (Şuera/105/109)

Hz. Hud:

"Ad (kavmi) de peygamberleri yalancılıkla suçladı. Kardeşleri Hud onlara (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız demişti. Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak Alemlerin Rabbidir" (Şuera 124/127)

Hz. Salih:

"Semud (kavmi) de peygamberleri yalancılıkla suçladı. Kardeşleri Salih onlara (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız demişti. Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi verecek olan, ancak Alemlerin Rabbidir" (Şuera 141/145)

Hz. Nuh, Hud, ve Salih peygamberlerin, kendi kavimlerinin kardeşleri olarak nitelendirilmesi aradaki kan bağına, kavim birliğine işaret ediyor olsa gerek. Müfessirler bu ayetlerdeki 'kardeş' kelimesinin hangi anlama geldiği konusuna değinmemişler ancak müfessir ve tarihçiler peygamberlerin kahir ekseriyetinin gönderildikleri kavimden olduğunu söylüyor. Adı geçen peygamberler hem bir peygamber olarak hem de onların bir kardeşi, akrabası ve onlarla aynı milliyeti paylaşan biri olarak sesleniyor. Sundukları mesaj tevhididir. Tevhid, nübüvvet ve mead'ı beyan ediyorlar. Farklı zaman ve mekanlarda bulunmalarına ve farklı kavimlere hitap etmelerine rağmen aynı dili kullanıyor hatta aynı kelimeleri seçiyorlar. Eğer dikkat edildiyse, Kur'an, her dört peygamberin kendi kavimlerine söylediklerini tıpa tıp aynı kelimelerle, aynı cümlelerle aktarmıştır. Yani dört peygamber de aynı mesajı vermiştir ama farklı dillerde.

Kur'an'da peygamberler tarihi işlenirken 43 ayrı ayette peygamberlerin kendi kavimlerine "Ey kavmim! ((ی)یا قوم)" diye seslendiklerini görüyoruz. Peygamberler risalet görevlerini eda ederken, tevhid inancını sunarken kendi uluslarına seslenmişler, ulusal dili kullanmışlardır. Mesaj ve muhteva ortaktır, dil ve önderlik ulusaldır. Peygamberler aynı zamanda kavimlerinin, ümmetlerinin önderleridirler. Her bir kavmin dini önderi kendisinden olmuştur ve kendi diliyle hitap etmiştir.

İlgili ayetler, her bir kavmin önderlerinin kendilerinden olmasının, kendi dillerini kullanmalarının tevhid inancıyla, dinle ve ümmet mefkuresiyle çelişmediğini gösteriyor. Muhteva İslam'dır, form, ulusaldır. İslam'dan sonra bütün kavimlerin dini İslam'dır ama dilleri ve önderleri kendilerinden olmalıdır, olacaktır. İslam ümmetini on veya yüz kavim oluşturuyorsa, tümünün söylemi aynıdır, tümü tevhidi, nübüvveti ve meadı işleyecek ama kendi dilerliye ve kendi önderliklerinde. Bu durum, ümmet olmakla çelişmez.Ümmet ile çelişecek olan şey, muhtevadaki farklılıklardır. İslam'a muğayır söylem geliştirenler ümmetin dışına çıkar.

Burada şöyle bir soru gündeme gelebilir: Son din İslam ve onun peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)'dir. O'nun kavminin dili Arapça idi ve tevhidi mesajı Arapça beyan etti. Bu durumda diğer kavimler açısından risalet görevi nasıl eda edilmiş olacak?

Beşer hayatı çok uzun dönemler ibtidai idi.İletişim imkanları yok veya çok zor idi. Dünya çok büyük sayılırdı. Tercüme olayı da yok gibiydi. Bu sebeplerden ötürü İslam dönemine kadar (Ulu'l Azm peygamberler hariç ki, onlar sadece bir kavime gönderilmemişlerdi) her kavime bir peygamber gönderildi ki, bütün kavimler, bütün beşeriyet ilahi mesajdan mahrum kalmasın ve ilahi hüccet tamamlansın. Beşer hayatı terakki etmeye başladığı dönemde son din ve son peygamber gönderildi. İslam, muhteva olarak kıyamete kadar devam edecek beşer yaşamını kuşatacak niteliktedir. Beşer tarihi dikkate alındığında İslam'dan sonra çok hızlı bir şekilde terakki sağlandı ve dünya bir köy kadar küçüldü. Artık iletişimsizlik diye bir olay kalmadı. Dolayısıyla her kavime bir peygamber ve ayrı bir şeriat gönderilmesinin beşeri nedenleri ortadan kalktı. Zaten tevhid tarihi boyunca itikadi mesaj aynıydı. Değişen, şeriatlardı. İslam ile birlikte bütün beşere tek ve son din Hz. Muhammed (s.a.v.) aracılığıyla gönderildi. İslam ile birlikte de tevhid inancı aynen kaldı. Sadece şer'i hükümler değişti ve sonraki ihtiyaçların karşılanması için de içtihad mekanizması geliştirildi. Artık her kavime bir peygamber ihtiyacı kalmadı.

Hz. Muhammed Arap idi ve tevhidi mesajı Arap diliyle sundu. Peygamber de insan olduğuna göre bir dili ve bir milliyeti vardır. Son peygamberin Arap kavminden seçilmesinin hikmetini Allah bilir. Son peygamberin Arap olması ve Kur'an'ın Arapça olması mesajın evrensel olmasına ve bu evrensel mesajın bütün kavimlere kendi dilleriyle ulaştırılmasına mani değildir. Eğitim ve öğretim düzeyi, iletişim imkanları bir mesajın kolaylıkla bütün dillere aktarılmasına imkan sunmaktadır.

Tevhidi mesajın son dilinin Arapça olması, bu mesajın bütün uluslara Arapça aktarılmasını gerektirmiyor, böyle bir şey zaten imkansızdır. Tevhidi mesaj her kavime kendi diliyle aktarılmalıdır. Her kavimden bir sınıf da tevhidi mesajı esaslı bir şekilde anlaması için Arap dilini öğrenip Kur'an ve hadisler üzerinde derinlikli çalışma yapıp edindiklerini ve çıkarımlarını kendi ulusunun diline çevirmekle mükelleftir.

Son peygamberin tebliğ, teybin, tebşir ve inzar görevini ulema ve davetçiler üstlendiğine göre, ulema ve davetçilerin İslam'ı kendi uluslarına kendi ana dilleriyle aktarması İslami bir görev ve zorunluluktur. Eğer bir kavime İslam kendi ana diliyle aktarılmadığı için o kavim İslam'ı yeterince öğrenemez ise, o kavmin uleması ve davetçileri sorumluluk altında kalır. Bu çerçevede kendi ülkemizdeki en büyük iki dil Türkçe ve Kürdçedir. Zazaca konuşan önemli bir nüfus vardır. Daha az nüfusa sahip diğer diller de vardır. Nüfus oranı açısından Kürdlerin durumu özel bir önem arz etmektedir. On milyonlarca insan Kürdçe konuşmaktadır. Bu kavime İslam'ın Kürdçe anlatılması şer'i bir sorumluluktur. Eğer davet ve tebliğ görevini ifa edecek kadar insan Kürdçe olarak İslam'ı sunamıyorsa bütün Kürdler sorumluluk atında kalır ve buna imkan vermeyen bütün Türkler de. Hiç kimsenin bir kavime İslam'ın kendi diliyle anlatılmasına engel olma hakkı yoktur. Böyle bir engelleme, İslam açısından savaş nedeni olabilir. Çünkü bir kavime tevhidi mesajın ulaştırılmasını engelleyenlerin varlığı, cihadın temel nedenlerinden birini teşkil eder.

Yıllardır Cuma vaazlarının ve hutbelerin sadece Türkçe okutulması İslam açısından kabul edilemez. Buna en çok Müslümanların karşı çıkması gerekir. Dil hakkının kullanılmasını, en çok ve herkesten önce Müslümanların şer'i bir sorumluluk olarak savunması ve bunun kavgasını vermesi gerekir. Vaaz ve hutbelerin Türklerin olduğu yerde Türkçe, Kürdlerin olduğu yerde Kürtçe, Zazaların olduğu yerde Zazaca ve Arapların olduğu yerde Arapça verilmesi İslami bir zorunluluktur. İmamların ve vaizlerin atanması da gidecekleri yerin diline göre olması gerekir. Türk bir köye Kürdçe vaaz ve hutbe veren bir imamın durumu ne ise, Kürd ve Zaza bir köye Türkçe vaaz ve hutbe veren imamın durumu da aynıdır. Tevhidi mesajın doğru anlaşılmasını engelleyen bu zalimane uygulamaya herkesten önce dini kaygıları olan Müslümanların karşı çıkması icab eder.

Mesele vaaz ve hutbe ile de bitmiyor. Müslüman Kürdlerin İslam'ın temel kaynaklarını da Kürtçeye çevirmesi ve Kürdçenin yazı dili olması için de mücadele vermesi gerekiyor. Çünkü bir dil yazı dili olmadığı sürece, iyi bir davet ve tebliğ dili de olamaz.

Her bir kavimden bir grubun veya sınıfın dinde derinleşip kendi kavmine dini sunmasının gerekliliğine dair ilahi hükmün üzerinde düşünmemiz gerekiyor.

Tevbe suresi 122. ayette, "Müminlerin tümünün toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup dinde derinleşmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar."

İnzar ve tebşirin, uyarı ve ıslahın dinde derinleşmiş insanlar tarafından kendi kavimlerine dönük yapılması ve her kesimden bir grubun dinde derinleşerek bu görevi yerine getirmesi emrediliyor. Her kavim ve fırkadan bir grubun dinde derin eğitim görerek kendi kavmini kendi diliyle uyarmasının farz-ı kifaye hükmünde olduğu, bu görevin yapılmaması halinde tümünün mesul olacağı bu ayet-i celileden de anlaşılmaktadır.

(المومنون) kelimesindeki ال edatı umumu ifade ediyor. Yani bu hüküm bütün müminler için geçerlidir. Ayrıca من کا فرقه ibaresi de ayrı bir tekid olarak bütün kavim ve fırkaların aynı hükmün muhatabı olduğunu gösteriyor. Bu ayetteki hüküm sadece o dönem Müslümanlarıyla ilgili değildir. Hüküm, bütün zaman ve mekanlardaki Müslümanları kapsayacak şümula sahiptir. Her Müslüman kavim, kendi içinden dinde derinleşecek ve dini kendi diliyle sunacak bir sınıf oluşturmakla yükümlüdür.

Sonuç itibariyle her bir ulusun kendi dilini kullanması, Müslümanların da ulusal dilleri kullanarak tevhidi mesajı iletmesi müsellem bir hak ve görevdir. Dil hakkı tartışılamaz, pazarlık konusu edilemez. Müslüman bir ulusun ez cümle Kürd ulusunun kendi dilini kullanıp kullanamayacağı müzakere konusu olarak masaya yatırılamaz. Ulusal egemenlik hakkının kullanılıp kullanılmaması maslahat temelinde müzakere edilebilir, bazen bu hakkı kullanmamak maslahata daha uygun düşebilir ama dil konusu için aynı durum söz konusu olamaz. Çünkü her bir ulusun kendi dilini kullanması tartışmasız bir haktır. Dolayısıyla Müslümanların bu konuda ürkek ve çekingen bir yaklaşım yerine İslami temelde çok cesur davranması iktiza etmektedir. Herhangi bir dili tahdit etmek, ilahi ahkama ve hikmete aykırıdır. Dillerin ve ez cümle Kürdçenin tahdit ve tahkirine Kur'ani temelde mukavemet etmek, Kur'an'ı rehber edinenlerin sorumluluklarındandır.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.