1. YAZARLAR

  2. Zülfikar Furkan

  3. TARİHE KISA BİR YOLCULUK
Zülfikar Furkan

Zülfikar Furkan

Yazarın Tüm Yazıları >

TARİHE KISA BİR YOLCULUK

A+A-

Yakın çevremizde cereyan eden son gelişmelere baktığımız zaman tüyler ürperten gerçekleri net bir şekilde görebiliyoruz. Olayların bu derece ürpertici olmasının nedeni yaşadığımız bölgenin sosyo ekonomik ve jeostratejik konumundan ileri gelmektedir. Medeniyetler arası geçiş kavşağında yer alan bu bölge hem insanlık tarihine beşiklik yapmış hem de medeniyetlerin yeşerip boy açtığı mümbit alanlar olmuştur.  Bu uygarlıkların kurulduğu yerlerden biriside  Mezopotamya dır. Fırat Dicle ırmakları arasında kalan verimli ovalardır.  İlk şehir devletlerin  kurulduğu, ilk uygarlığın ortaya çıktığı Mezopotamya da Sümerlerden sonra Akad,  Elam, Babil,  ve Asur Uygarlıkları kuruldu. Bu uygarlıkların askeri, siyasi ve ekonomik alanlardaki üstünlükleri tartışılmazdı. Geçmişten günümüze doğru bu güç ve çıkar savaşları artarak devam etmiştir. Dünyanın  en muhteşem yapılardan biri olan Babil Asma Bahçelerinin bu bölgedeki varlığı bu coğrafyanın bilim alanında ulaştığı seviyeyi azda olsa yansıtmaktadır.

Tarihte Gutıler, Lollolar, Seddadi, Hasnevi, Mıtanıler, Mervani, Gor, Alamut Zıyar, Hamdani, Büveyhogullari, Hasanveyh, ve Eyyubi, devletleri şeklinde tarihi kronolojisi verilen Kürt devletlerinden sonra, tarihte son kürt devleti olarak geçen Alamut Kürt Devletinin Mogol Hükümdarı Hulagu Han tarafından 1256´da yıkılarak ortadan kaldırılmasıyla Kürtler bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini günümüze kadar kaybettiler.

Moğolların en kanlı ve en acımasız sul tanlarından biride Cengin Handır. 13. yüzyılda Çin’den Mezopotamya’ya kadar uzanan dev bir coğrafyayı istila etmişti. Bu istila harekâtının en çarpıcı yönü ise her ulaştığı yerde uyguladığı korkunç vahşetti. Ele geçirilen şehirlerin çoğunda, kadın-çocuk ayrımı yapılmaksızın herkes kılıçtan geçirilir, sadece zanaatkârlar gibi “işe yarar” görülen bir grup insan canlı bırakılırdı. (Moğollar döneminde dünyanın en zengin ve en kapsamlı kütüphanelerinin bulunduğu Bağdat’ın yerle bir edilmesi bu güçlerin bilime, insanlığa ve gelişmeye karşı gösterdikleri nefreti yansıtmaktadır.)

İngiliz tarihçi Justin Marozzi’nin ifadeleriyle;

“Şehirler topluca yok ediliyor, hayatta bırakılanların çoğu ise bir sonraki seferde ‘canlı kalkan’ olarak ordunun önünde yürütülüyordu. Moğollar ele geçirdikleri şehirlerdeki kedi ve köpekleri bile öldürüyorlardı. Termez kentinde bir kadın katliamdan kurtulabilmek için Moğol askerlere değerli bir inci yuttuğunu söylemiş, onlar da hemen kadının karnını parçalayıp mücevheri çıkarmışlardı. Zaten Cengiz Han’ın kurbanların karınlarının deşilmesi yönünde emri vardı.” (1)

Moğolların bu vahşeti askeri bir strateji uyarınca uyguladıkları söylenir: Korku yayarak düşmanlarını moral yönden yıkmak istemişlerdir. Bu açıklama doğru, ama eksiktir. Chicago Üniversitesi’nin ünlü tarihçisi Marshall Hodgson’a göre, “Çinli, Hıristiyan ve Müslümanlardan gelen bağımsız kayıtlar göstermektedir ki, Moğollar yok etmeyi başlı başına bir zevk olarak görmüşlerdir.” (2)

Cengin Han’ın vahşeti, oğulları ve torunları tarafından da sürdürüldü. Torunu Hülagu Han, 1258 yılında o devirde dünyanın en göz kamaştırıcı bir kaç kentinden biri olan Bağdat’ın üzerine yürüdü. Aynı zamanda Hilafet merkezi olan Bağdat’ı korumak isteyen yöneticiler Hülagu’nun “teslim olun, kılınıza dokunmayacağım” sözüne güvendiler. Ama Moğol despot yalan söylemişti. Tarihçilerin kayıtlarına göre kentteki bir milyona yakın Müslüman, kadın-çocuk ayrımı yapılmaksızın kılıçtan geçirildi. Günler süren katliam nedeniyle şehrin sokakları kanla kaplandı. İslam medeniyetinin altı yüzyıllık birikimini temsil eden dev Bağdat Kütüphanesi’ni ve şehirdeki diğer pek çok eseri yakan Moğollar, öldürdükleri insanların kesik kafalarından piramitler dizdiler. Bağdat’tan sonra daha bir çok İslam kentini yok eden Moğol orduları, İslam dünyasına Haçlı Seferleri’nden çok daha büyük yıkım getirdiler.

Tarihçi Prof. Osman Turan’a göre, “tarihte misli görülmemiş bu tahrip ve imha harekâtı”, İslam medeniyetine vurulmuş en büyük ve kalıcı darbe oldu. (3)

 Sulama sistemlerinin ve dolayısıyla tarımın yok edilmesi, bölgenin sosyo ekonomik yapısını da değiştirdi. Kürtlerin “makus talihi”nin de başlangıcıydı bu: Moğol barbarlığının hedefi olan Diyarbakır, Cizre, Mardin, Hakkari gibi kentler yüzyıllar boyu toparlanamadı.

Tarihin her dönemimde benzer saldırılara maruz kalan bu bölge insanı üzerlerine kapanan bu karanlık bulutları hiçbir zaman dağıtamamıştır.

Moğol istilası ve Selçukluların Fetihlerinden sonra Osmanlı İmparatorluğu sultanlarından Yavuz Sultan Selim’in başlattığı Çaldıran Savaşı (1514) Kürdistan tarihinin önemli dönüm noktalarından birisidir. Bu tam da 16. Yüzyıl'ın başlarıdır ve bu tarihten önce Osmanlı'nın Kürdistan'da hiç bir varlığı yoktu. Bu savaşta Kürdistan toprakları Osmanlı ve Safevi ordularının kozlarını paylaştıkları bir alan haline gelir. Birbirlerine üstünlük sağlamak isteyen her iki devlet de, aşiretler halinde yaşayan Kürtler'e yönelirler. Safeviler Şii olmasından kaynaklı, Sünni Kürt aşiretlere karşı zor kullanıp, Alevi Kürt aşiretlerle ilişkilerini güçlendirip, geliştirirler. Buna karşılık Osmanlılar mezhep birliğini de kullanarak diyalog yolunu seçerler. Osmanlıların bu dönemdeki politikalarını hayata geçirmede Bitlis emiri İdrisi Bitlisi’nin önemli bir rolü olmuştur.

Kürt halkının tarihinde "ilk cahş" olarak anılan İdris-i Bitlisi, Osmanlı’nın, Kürdistan’daki sağ kolu durumundadır. Yoğun çabaları sonucunda birçok aşiret Osmanlı egemenliğini tanır. Çaldıran savaşı sonrasında İdris-i Bitlisi’nin girişimleri ile Yavuz Sultan Selim ile 23 Kürt beyliği arasında bir anlaşma imzalanır. Bu antlaşmayla Osmanlının doğu sınırları güvenceye alınır ve Kürtlerle Türkler arasındaki güven en üst seviyeye ulaşmış oluyor.

Belli başlı maddeleri şunlardır;

1- Osmanlı yönetimine bağlı olarak Kürt emirliklerinin özerklikleri korunacak,

2- Kürt emirliklerinde de yönetim babadan oğula geçerek sürecek, eskiden beri yürümekte olan yönetim yürürlükte kalacak ve bu konuda ferman padişahtan çıkacak,

3- Kürtler, Türkler'e bütün savaşlarda yardım edecekler,

4- Türkler de, Kürtler'i bütün dış saldırılardan koruyacaklar,

5- Kürtler devlete verilmesi gereken her türlü vergiyi ödeyecekler,

Bu anlaşma Sultan Selim ile ona boyun eğen Kürt emirlikleri arasında yapılmıştır.

(M.Emin Zeki, Kürdistan Tarihi Sayfa:83)

 

Osmanlılar, Safevilerin yükselen gücünü kontrol altına almayı başardıysa da hiçbir zaman tamamen bitirememişti. Bu savaştaki yenilgiyle Safeviler, Kürdistan’ın ellerinde kalan bölümünün önemli bir kısmını da kaybettiler. Osmanlılar ile İranlılar arasındaki savaş zaman zaman kesilse de üç yüzyıl boyunca sürdü. Sonuçta Kürtler bu çekişmenin bedelini fazlasıyla ödedi. Sadece anavatanları mahvolmakla kalmadı, iki güce de zorunlu boyun eğmek durumunda kaldılar. 1639′da Osmanlı ile İran arasındaki sınırı çizen Kasr-ı Şirin Anlaşması, Sultan IV. Murad ile Şah Safi arasında imzalandı. Bu anlaşma Kürdistan’ın iki ülke arasında bölünmesini ebedileştirdi. Osmanlılarla Kürtler arasında Yavuz Sultan Selim zamanında kurulmuş dostane ilişkiler, daha sonra bozulmaya başladı. Artık İranlıların gücünden çekinmeyen Osmanlı Devleti, Kürtlerin kaderlerini Osmanlılara bağlamalarını ve kendileriyle işbirliğine gitmelerini önemsemez oldu. 1650′den 1730′a kadar, Diyarbakır ile Van arasındaki Kürt beyliklerinin çoğu Osmanlılar tarafından ortadan kaldırılarak bu süreç 19. yüzyılın ortalarına kadar devam etti. (Kürdistantıme)

1639 yılında Kasr-ı Şirin antlaşması ile Osmanlı ve Iran imparatorlukları arasında ikiye ayrılan Kürdistan, 24 Temmuz 1923 te Lozan antlaşması ve Avrupa ülkelerinin onay ve imzasiyla dört parçaya bölündü. Ortadoğu’da 35-40 milyon civarında Kürt olduğu söylenir. Kürtlerin varlığı görmezden gelinmekte, tanınmamaktadır. Kürd’ün ve Kürdistan’ın adı hiçbir literatür de yer almamaktadır. Nüfusu birkaç yüz bini geçmeyen onlarca ulus, devlet olmuşken; Kürd’ün varlığı sömürgeci kanunlarla ya yok sayılmış ya da Arap, Türk ve Fars ulus yasalarına tabi tutulmuştur.

Ne azınlık sayılıyoruz ne de sömürge. Binlerce yıldır yaşadığımız topraklar Türk’ün, Arap’ın veya Fars’ın sayılıyor. Yani biz yokuz. Statüsüz, sömürgeden de çok geride, dili, renkleri, kültürü yasaklı. Kürdistan’ı gasp etmiş bu devletlerin Kürdistan’daki görevleri; ezmek, asimile etmek, inkâr ve zulüm rejimine karşı çıkanları bastırmak olmuştur. Bu devletler, gasp edilmiş Kürdistan topraklarındaki kürt izlerini silmek için insanlık dışı her yolu denemişlerdir.

Sömürgeci devletlerin bize dayattıkları şiddettin sonucu; tarihimiz boyu isyan etmişiz. Parçalanmış Kurdistan’da özgürlük ve adalet ateşi hiç sönmemiş. Dünyanın dört bir yanında kendi dilleriyle eğitilen, kendi dilleriyle sorgulanan, kendi dilleriyle alışveriş yapan ve kendi dilleriyle haklarını savunan onlarca ulus varken Kürtlerin bunu düşünmeleri veya dillendirmeleri en büyük suç olarak algılanmaktadır.

Liechtenstein (Lihtenştayn) Prensliği, SanMarino Cumhuriyeti, Manaco (Monako) Prensliği, Lüksemburg Dukalığı ve Andora, Cibuti gibi nüfusu 5000  ile 400.000 arasında değişen ülkeler bağımsızlığını elde edip uluslararası arenada meşruiyet kazanırken, kırk milyona yaklaşan Kürt nüfusunun bu şekilde darmadağın edilip Türk, Fars ve Arap ulusları arasında bırakılarak asimile edilmeye çalışılması en büyük zulüm olarak görülmelidir.       

Mevcut uluslararası konsensüs ve uygulamadaki konjüktor göz önünde bulundurulunca Kürtlerin bağımsızlık taleplerinin olmadığı ortaya çıkmaktadır. Bölünmüş, yalnız bırakılmış bir Kürt devletinin halkına verebileceği pek bir şeyin olduğuna da inanmıyorum. Mevcut durumun iyileştirilerek, anlamsız bir şekilde yasaklanan Kürt dilinin önündeki engellerin kaldırılmasıyla işe başlanabilir. Kürt dilinin Kürdistan bölümünde ikinci resmi dil olarak kabul edilmesi, şehir, yöre ve bölge isimlerinin asıl adlarıyla (Kürtçe) kabul edilmesi, eğitim alanında Kürtçenin yaygınlaştırılması, pozitif bilimlerinin Kürtçeyle zenginleştirilmesi yoluna gidilebilir.

Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan Kürt halkı olarak 1921 yılından beri maruz kaldığımız inkâr ve imha politikalarının gerçekleştiği bir vakıadır.  Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşen başkaldırışlar bahane edilerek uygulanan şiddet ve imha hareketi ne yazık ki on binlerce masum insanın hayatını kaybetmesine yol açmıştır. Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı, Sason, Dersim, Zilan,  Tendürek ve günümüzde PKK’ nin başlattığı başkaldırılışlar sonrası çoluk çocuk, genç yaşlı, suçlu suçsuz ayırımına gidilmeden onbinlerce Kürt vatandaşın öldürüldüğüne tanık olunan bir tarihle karşı karşıyayız. Bu gerçeklerin üstü ne kadar örtülmeye çalışılsa da kapatılamaz. Bir bölgenin tamamen haritadan silinmeye çalışılması, veya renginin değiştirilmeye uğraşılması çabaları hiçbir zaman gerçekleşmeyecek beyhude uğraşılardır. Bölge ülkeleri arasında söz sahibi olmak istiyorsak kronikleşmiş olan Kürt sorunun uzlaşı yoluna gidilerek çözülmesi, savaşan tarafların oturarak koşulsuz ateşkes yoluna gitmeleri öncelikli çözüm yolu olarak gözükmektedir. Geçmişte yapılan insan hakları ihlallerinden dolayı Kürt halkından özür dilenerek yapılanların hesabı sorulmalıdır. Kalkınmış farklı unsurlarıyla yekvücut olmuş bir ülkenin bölgesel güç olmasının önündeki engelleri de kalkmış olur. Bu yapılmadan, yani, Kürt sorunu bitirilmeden Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri verilmeden, Türkiye’ nin bölgesel liderliğinin gerçekleşmesi mümkün değildir. Ortadoğu’nun en güçlü ülkesi durumunda olan İsrail’in Filistin sorunu devam ettiği müddetçe uluslararası arenada ve kamuoyunda İsrail’in meşruiyeti ve haklılığı hiçbir zaman kabul göremez. Ne zaman ki İsrail işgal ettiği tüm Filistin, Suriye ve Mısır topraklarından çekilir, Filistin’e uyguladığı soykırımı ve ambargoyu kaldırırsa ( her ne kadar Müslümanlar nezdinde ki meşruiyeti hiçbir zaman kabul görülmese de…) o zaman dünya kamuoyu önünde meşru devlet konumuna geçer. Türkiye’nin de uluslararası arenada söz sahibi olabilmesi ve bölgesel güç ve lider ülke konumuna geçebilmesinin yolu Kürt Sorununa çözüm bulmasıyla gerçekleşebilir.

2001 yılında Anavatan Partisi Genel Başkanı Mesut Yılmaz "AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer" dediğinde Türkiye Cumhuriyeti'nin AB'ye üyeliğinin Kürt Sorunu'na makul bir çözümle gerçekleşeceğini görmüştü. Mevcut hükümetinde bu minvalde bir strateji izleyip hareket etmesi en pratik ve rasyonel çözüm olarak gözükmektedir.

 zulfikar.furkan@ufkumuz.com

DİPNOTLAR

1)Marozzi,“Tamerlane”,s.13-14
2) Hodgson, “The Venture of Islam”, cilt 2, s. 288

3) Turan, “Selçuklular Tarihi ve Türk ve İslam Medeniyeti”, s. 477

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.