Tarih, yenen ve yenilenlerin zıd değerler harmanı...
-İzmiri kim yakmıştı?dan, Katyn Faciasına...-
Tarih, yalanların ve doğruların, tarafların güç konumuna göre, sık sık yer değiştirdiği, bir tahtırevallidir.. Ve, galib gelenlerin yazdırdıkları tarih ile, mağlub olanların tarihi, genel olarak elbette ki taban tabana zıddır..
Bu bakımdan bir tarafta resmî tarih, karşı tarafta ise, gizli tarih vardır ve gizli tarihler de, kendiilerini güç günışığına çıkaracak güce erişmeyi beklemektedir.. onların gün ışığına çıkması demek, resmî tarih söyleminin yenilmesine veya zayıflamasına bağlıdır..
Üşütük bir prof. olan Y. K., 25-30 yıl öncelerde, İkinci İnönü Zaferi diye bir savaşın olmadığını Sovyet Rusya belgelerine dayanarak isbatlamaya çalışırdı..
Tarihçi Prof. Âfet İnan ise, M. Kemalin yanında yetişmiş biriydi.. Hâtırâtında, Yunanlılara karşı verilen savaşları M. Kemalin söylediği şekilde yazarken, bir noktaya itiraz ettiğini yazar, Paşam, orada öyle bir savaş olmamıştı, sanıyorum.. der.. M. Kemal, Kızım ben ne diyorsam, sen onları yaz, tarihi yapanlar yazdırır.. karşılığını verir.. O da denilen şekilde yazar ve bizler o tarihi, hâlâ, o yazdırılan şekillere inanarak kabullenmek zorunda kalırız.. Çünkü, aksini isbat edecek bilgi ve belgelere genelde sahib değilizdir..
Âfet İnan hanımla M. Kemal arasındaki bağın nasıl bir bağ olduğu kesinlik kazanmış değil..
Ama, lise yıllarımızda, Latîfe Hanımdan ayrı olarak, M. Kemalin bir de Fikriye adında bir metresinin olduğu sözkonusu edilmişti de, bunu söyleyenlerin kimler olduğunu belirlemek için Ankarada, okul idaresince soruşturma yapıldığını bile hatırlıyorum..
Çok sonraları anlaşıldı ki, Fikriye, aynı zamanda aralarında akrabalık bağı da bulunan M. Kemalin eşi veya metresidir.. (Gerçi, onun bir metres değil, eş olduğunu isbatlamak için, Karacabey Müftülüğünce tanzim olunmuş bir nikah belgesi yayınlanmıştır, ama, eğer bu doğruysa, sonradan olanlar hiç de bu nikâh akdine paralel şekilde gelişmemiştir.. Ayrıca bu belgenin uydurulmuş olması da muhtemeldir.. Tıpkı M. Kemalin validesi hakkında, onun Selanik batakhanesinden çıkarıldığı gibi çirkin iddialarla dolu uyduruk bir belgenin sırf düşmanlık duygusu ile tanzim olunmasında olduğu gibi..)
M. Kemal, Latîfe Hanımla evlenmeye karar verdiğinde, Fikriyeyi tedavi olması gerekçesiyle Avusturyaya gönderir ve kendisine haber vermeden asla geri dönmemesini emreder.. Ancak, Fikriye, yıllarca birlikte olduğu paşasının bir şeyler çevirmekte olduğu hissine kapılır ve habersizce geri döner ve bir gece doğru Çankayaya, o zamanlar Papazın Bağı olarak bilinen ve bir ermeniye aid olup, M. Kemalin yerleştiği bugünkü köşke gider.. Ancak, içeriye giremez.. Kapıda çingar çıkar ve.. Gecenin karanlığını bir mermi sesi yırtar..
Ve sonra, Fikriyenin intihara kalkıştığı bildirilir ve hastaneye kaldırılır.. Ancak, 2-3 gün sonra, vefat eder.. Ve devreye hemen gizli istihbarat elemanları girer ve Fikriyenin amcasına elbise ve eşyaları teslim edilir ve Bu bir memleket meselesidir, konuyu kurcalarsanız, ailenizin başka ferdleri de zarar görebilir.. diye gözdağı verilir.. Lakin, Fikriyenin cesedini vermezler ailesine ve mezarının nerede olduğu hâlâ da belli değildir..
Ancaaak, amcası yıllar sonra bir sual atar ortaya: Der ki özetle: Fikriyenin elbiselerini verdiler.. Gömleğinin sırtından girmişti mermi.. Bir kimse, intihar edecekse, kendisini nasıl sırtından vurabilir?
(Kendisi de sıkı bir kemalist olan Hıfzı Topuzun bu konuda yazdığı kitab, onun taraf tutabileceği açık olsa bile, yine de bu sahada yazılmış ilginç eserlerdendir.)
Daha başkaları ise, Fikriyenin Latîfe Hanım tarafından öldürtülmüş olabileceği ihtimalini yazarlar. Ne de olsa, onun hakkında aleyhde yazmak suç teşkil etmemektedir..
Latîfe de 1,5 yıl süren bir beraberlikten sonra ayrılır, M. Kemalden... Hakkında boşanma kararı da yoktur.. Çünkü bu Şef, kendisini mahkemelerin üstünde bilmektedir.. Latîfeye, boşandıktan sonraki 50 yıl boyunca nasıl bir zindan hayatı yaşatıldığı ise, bir ayrı konu..
Maksadım, bu konuyu tekrar tartışma zemine getirmek değil.. Sadece şu kadarını hatırlayalım ki, Latîfe Hanımın hâtırâtı, mahkemece daha önce verilmiş olan yayın yasağı kalktıktan sonra yayınlanacakken bir gürültü kopmuş ve Türk Tarih Kurumunun o zamanki Başkanı Prof. Yusuf Halaçoğlu, Ben o hâtırâtı okudum, eğer yayınlanırsa, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin yeni baştan yazılması gerekir.. (?!) diyebilmiş ve bu müthiş iddiadan sonra da, Latîfe Hanımın halaoğullarının mahkemeye, Halamızın ruhunun muazzeb olmaması için, bu hâtırâtın hiçbir zaman yayınlanmaması yolunda karar verilmesini istiyoruz.. diye başvurmaları sağlanmış ve o istek kabul edilip dosya kapatılmıştı..
*
Bununla, Tarih, gerçeği ne kadar yansıtmaktadır? konusuna dikkati daha bir çekmek istiyorum. Düşünelim ki, bizlere 90 yıla yakın zamandır resmî tarihin dayattığı bilgiler, TTKnun eski başkanı olan bir tarihçinin ifadesiyle, bir hâtırâya bile dayanamıyacak ve TC tarihinin yeniden yazılmasını gerektirecek kadar zayıftır..
Böyle bir tarih ne kadar itimada şayandır?
***
İzmiri kim yaktı? sualine tarihçiler ve tanıklar ne diyor?
Geçtiğimiz günlerde, İzmiri kim yaktı sorusu tartışıldı, medyada.. Konunun bugünlerde gündeme gelmesi, Amerikada geçtiğimiz günlerde vizyona giren The Pacific adlı dizide İzmir'in türkler tarafından yakıldığı, binlerce rum'un öldürüldüğü gibi iddiaların ortaya atılmasıyla oldu..
O konuşmada şu cümleler vardı:
. Türkler 1922de yakıp yıkmışlardı, İzmiri
-Herşey gitti.. Hayatta kaldıysan annem ve benim gibi kaçardın..
Ama biz rıhtıma kadar gidebildik.. Sonra bir gemiye yüzdük..
Kaptan bizi gemisine aldı ve Pireye kadar götürdü..
Hayatlarımızı kurtardı. Ama, evimiz gitmişti. Ne yapacaktık? Buraya geldik..
*
İzmir bilindiği üzere, 15 Mayıs 1919da Yunan İşgaline uğramıştı..
İşgal sadece İzmirle kalmadı, bir istilâya dönüştü.. Bundan sonrasında resmî söylemlerle İstiklal Marşı, Kurtuluş Savaşı, Millî Mücadele gibi değişik isimlerle anılan, halk arasında ise, Yunan Savaşı denilen mücadele, 1919-22 arası, üç sene 4 ay kadar sürdü..
İngiliz emperyalizmi ve müttefikleri, Mondros Mütarekesi (ateş-kesi) ile savaşı bırakmıştı güya, ama, Yunanlıları sürmüştü bu kez de, Batı Anadoluya, Küçük Asyaya..
Yunan işgal ve istilâsına karşı, askerî bakımdan karşılık vermek pek öyle kolay değildi.. Çünkü, Osmanlı Ordusu (Karabekir Paşanın komutasındaki Şarq Ordusu hariç) bütünüyle terhis ettirilmişti.. Yunan güçleri kısa sürede Manisa, Denizli, Akşehir, Afyon, Kütahya, Bursa ve Eskişehir üzerinden taa Ankara yakınlarına, Haymanaya kadar ilerlemişlerdi..
Ve bu işgal, Dumlupınar, İnönü ve Sakaryada cereyan eden bir kaç meydan muharebesi sonunda, 9 Eylûl 1922de, yunanlıların İzmiri terketmesiyle noktalanacaktı..
Ama, İzmirin işgalden kurtulmasının hemen arkasından büyük bir facia yaşadı ve şehir bir kül yığınına dönüştü..
Sahi, İzmiri kim yakmıştı?
Bu konu bugün bile tartışma konusu olabilmekte..
Bazıları dedi ki, Yunanlılar kaçarken yaktılar, İzmiri..
Halbuki, İzmir Yangını, 13 Eylûl 1922 günü başladı.. Yani, Yunanlıların şehirden bütünüyle çekilip gitmesinden tam 4 gün sonra....
Şehri ateşe verenler, o zaman nasıl yunanlılarlar olabilir?
Sahi, İzmiri kim yakmıştı?
Bu alanda, çok çeşitli iddialar vardır.. İzmiri yunanlıların veya ermenilerin yaktığı gibi iddialar olduğu gibi; bizzat türk ordusu tarafından da yakıldığı iddia olundu.. Çünkü, İzmirde o zaman çok ağırlık bir rum nüfusu vardı.. Bazı çevreler bu rumlardan kurtulmak için ele bir fırsat geçtiğini düşünüyor olmalıydı..
Şehri rumlardan ilk alan, Nureddin Paşa idi.. Nureddin Paşa daha sonra, karşımıza Sakallı Nureddin Paşa olarak anılacak ve Ali Kemalin İzmitde linç ettirilmesinde asıl sorumlu olarak karşımıza çıkacaktır..
Şevket Süreyya Aydemirin anlattığına göre, M. Kemal, İzmire beraberindeki kumandanlarla birlikte girdikten sonra, Belkahve denilen mıntıkada kahve içerken, Bu şehre bir şey olsaydı çok üzülürdüm der. Yani, henüz yangın filan yoktur..
M. Kemal, daha sonra, Yunan Kralı Konstantinin Karşıyakada kaldığı Beyaz Köşke yerleşir.. Ve ertesi günü de, Kordondaki Kramer Otelde yemeğe gider ve garsonlara Kral Konstantin de bu otele gelip, burada bir kadeh rakı içer miydi? diye sorar.. Garsonların Hayır Paşam.. demeleri üzerine, Öyleyse neden İzmiri almak istemiş? der.. (Aydemir, Tek Adam, Cilt 2, s.620-
)
İstirdadın, geri alışın dördüncü gününde ise, İzmir alev alev yanmaya başlar.. Yangın M. Kemalin kaldığı köşke yaklaşırken, o, kaçışan halkın arasından açık bir otomobille Uşşakîzâde Muammer Beyin Göztepedeki evine doğru yola çıkar. Orada Latîfe Hanımla tanışacaktır..
Bu arada yangının çıkış yerinin St. Constantin Rum Mahallesi, planlayıcısının da Rum Patriği Hrisostomos olduğu iddiası yayılır.. İşgal boyunca, yunan askerlerinin koruyucu melekliğini yürüten Hrisostomos, yargılandıktan sonra idâm için infaz yerine götürülürken, halk tarafından linç edilir..
Sonuçta, 13 Eylülde pek çok noktadan birden başlayan yangın, ancak 18 Eylülde söndürülebilir. 23 Eylül günü Hisar Camii arkasında yeni bir yangın başlar. Bu arada Ermeni ve Rum mahalleleri tamamen, Avrupalıların yaşadığı Frenk Mahallesi ise kısmen yanmıştır. Yangında yaklaşık 25 bin ev, işyeri, kilise, hastane, fabrika, depo, otel ve lokanta yok olmuştur.
Yangını izleyen günlerde, genel olarak, İngiliz, Fransız ve İtalyan medyası temkinli bir tavır takınmışlardır. Fransız gazetelerinden Figaro şehri Türklerin, Les Temps Yunanlıların, Le Matin ise Ermenilerin yaktığını ileri sürer. ABDde çıkan New York Times ise, şehri Yunanlılarla işbirliği yapan Rumların ve Ermenilerden intikam almak isteyen Türklerin yaktığını düşünür..
Buna karşılık İzmir- Amerikan Kız Koleji Misyon Başkanı MacLahlan Türk üniforması giymiş Ermeni teröristlerin yangınları çıkardığına kanaat getirdim. Anlaşıldığı kadarıyla böyle yapmakla Türk ordusuna karşı Batının müdahale etmesini planlıyorlardı der.
ABDnin İzmir Konsolosu olan ve şehre Türk ordusunun girmesiyle 11 Eylül 1922 günü (henüz yangın çıkmadan önce) İzmirden ayrılan George Hortonun, emekliliğinde yazdığı ve 1926da The Blight of Asia (Asyanın belâsı) An Account of the Systematic Extermination of Christian Populations by Mohammedans and of the Culpability of Certain Great Powers; with the True Story of the Burning of Smyrna (Hıristiyan Nüfusun Müslümanlarca Sistematik İmhasının ve Büyük Güçlerin Suç Ortaklığının Bir Anlatısı, İzmirin Yanışının Gerçek Hikayesi isimli kitabı, ismiyle bile bize mahiyetinden bilgi veriyor denilebilir..
M. Kemal hakkında yazdığı biografi eserinde Lord Kinross, yangının orijinine ilişkin sağlam kanıtların hiçbir zaman ortaya çıkmadığını, ama, kendi kanaatinin de silahsızlandırdıkları ermenileri imha etmek için bir binaya hapseden türklerin yangını çıkardığı yolunda olduğunu söyler. Kinrossa göre türkler binayı ateşe vermeden önce Ermeni Mahallesine giriş çıkışı yasaklamış ve bir karantina bölgesi oluşturmuşlardır.
Şevket Süreyya Aydemir ise, Tek Adamın ikinci cildinde (s.622) Bu yangının sebebi hâlâ aydınlanmış değildir. Ermeniler yaktı, rumlar yaktı, yağmacılar yaktı, hatta türkler yaktı derler demekle yetinir.
Ank.-Atatürk Araştırma Merkezince 1999da yayınlanan ve Utkan Kocatürk tarafından hazırlanan (Kaynakçalı Atatürk Günlüğü)nde yazılanlar ise, daha bir ilginç..
Ona göre, 13 Eylülde kalmakta olduğu köşkün balkonundan, M. Kemalin, yangını izlerken yanındaki genç subaylara şöyle dediğine dairdir: Çocuklar, bu manzaraya iyice bakın! Bu alevler bir devrin sona erip yeni bir devrin başladığını gösteren bir yangındır. Osmanlı İmparatorluğunun son yüzyılındaki bütün günahları şu ateşle temizlenirken, yeni Türk Devletinin kuruluşu ve Türk milletinin yükselişi de cihana ilan ediliyor.
Alevler Gavur İzmiri bir kül yığınına dönüştürürken, Mustafa Kemalin yâveri Salih Bozokun anlattığına göre Uşşakîzâdelerin Göztepedeki köşkünde bir ziyafet verilmektedir. Fevzi Paşa Hazretlerinden başka herkes önündeki kadehleri zevkle doldurdu. Mezeler çeşitli ve nefisti. Fevzi Paşa içki içmediği halde kalamar tavadan tabağına öbek öbek alıyor Bu İzmirin kalamarı da pek başka oluyor, aman pek özlemişim diye afiyetle yiyordu. Velhasıl herkes son kertesine kadar sofradan ve başlayan geceden memnundu.. (Bozoktan nakleden İsmet Bozdağ, Latîfe ve Fikriye, İki Aşk Arasında, s. 81-82)
Salih Bozok şöyle de diyor: Denize nazır terasta Mustafa Kemal ile Latîfe bir ara yalnız kalmışlardı. Latîfe, anne ve babasından, yaptığı işlerden söz ediyordu. (
) Yangın bütün dehşetiyle sürüyordu. Kordon Boyu ve bugün fuarın yer aldı alan alevler içindeydi.(
) Mustafa Kemal, Latîfeye sordu: Bu yangın yerinde size aid emlak var mıydı? Latîfe, emlakimizin mühim bir kısmı yanan sahadadır dedi ve heyecanla ekledi: Paşam isterse hepsi yansın. Yeter ki siz sağ olun. Bu mesud günleri gören insanlar için malın ne kıymeti olur? Memleket kurtuldu ya. İleride olanları yeniden ve daha mükemmel bir sûrette yaptırırız. Bu cevap Mustafa Kemalin çok hoşuna gitti. Evet! Yansın ve yıkılsın dedi. Hepsinin telafisi mümkündür. (Salih Bozok Anlatıyor, Cumhuriyet, 30 Ocak 1939)
O korkunç yangından sadece nâhoş bir hâdise.. diye söz eden Mustafa Kemalin daha sonra bu yangın hakkında konuştuğuna rastlanmamaktadır.. Nutukta bu konuda tek kelime bile yoktur.. Ama, daha sonra kartvizitine Yemen, Selman-ı Pâk, Garbî Anadolu, Afyonkarahisar, Dumlupınar ve İzmir savaşları galibi
yazdıracak olan Sakallı Nureddin Paşayı tam 16 sayfa boyunca alaya alır, ağır şekilde eleştirir..
Falih Rıfkı ise şunları yazar: Gavur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı idi? Bu işte o zamanki ordu komutanı Nureddin Paşanın hayli marifeti olduğunu da söyleyenler çoktu. Atatürkün Nureddin Paşayı eskiden beri sevmediği Nutukunda görünür. (...) Kibirli, dar kafalı, zulüm ve ceberrut düşkünü bir kimse idi. Bu yüzden bir zamanlar Millet Meclisi kendini harp divanına verip mahkum bile ettirmek istemişti. (...) Nureddin Paşanın biri İzmirde, biri İzmitte tertip ettiği iki linçin hikayesi gene o vakitler, bizi ikrah içinde bırakmıştır. Bunlardan biri İzmir metropoliti Meletyos [Hrisostomos], öteki de Peyâm-ı Sabah yazarı Ali Kemaldir.
Bildiklerimin doğrusunu yazmaya karar verdiğim için, o zamanki notlarımdan bir sayfayı buraya aktarmak istiyorum:
Yağmacılar da ateşin büyümesine yardım ettiler. En çok esef ettiğim şeylerden biri, bir fotoğrafçı dükkanını yağmaya giden subay, bütün taarruz harbleri boyunca çekmiş olduğu filmleri otelde bıraktığı için, bu tarihi vesikaların yanıp gitmesi olmuştur. İzmiri niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. bu kuru kuruya tahripçilik hissinden başka bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan ve yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi. Bir harb daha olsa da yenilmiş olsak, İzmiri arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kafi gelecek miydi? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmeyeceğini sanıyorum. Nureddin Paşa, ta Afyondan beri yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin affedilmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi. (Çankaya, 1969, s. 324-325.)
Bu konuda İsmet Paşa ne diyordu? sorusuna ise, (Atatürkten Anılar, Kazım Özalp, İş Bankası Yayınları, 1992, s. 300)den şu cümleyi aktarmakla yetinelim: Yıllar sonra Yangın nerede başladı, kim başlattı bilmiyorum.. İzmire girdiğimiz günlerin bende kalan en acı hatırası yangındır. Bu yangınların sebepleri büyük tarih hadiseleri içindeki sebeplerdir. Küçükler emir aldıklarını söylerler, büyükler disiplinin kalmadığını söylerler.
Nasıl?
Bütün bunlardan sonra İzmirin yakılması şeklindeki tarihî hadise/ facianın sorumlusu kim, ortaya bir net şey çık(m)ıyor mu? Yoksa, siz de bazı yazarların O yangın olurken, Büyük Kurtarıcı (diye anılan kumandan) neredeydi, ne yapıyor ve ne düşünüyordu? şeklindeki sorusuna mı takılıp kaldınız?
***
İkinci bir tarih muamması.. Katyn Ormanı Faciası..
Polonya (Lehistan) cumhurbaşkanı Leh Kaczynski, eşi, Genelkurmay ve Merkez Bankası Başkanları, Dışişleri Bakan Yard. ve 18 m. vekili, onlarca yüksek yönetici, bürokrat ve de 70 yıl önce Katyn Ormanı Faciasında yakınlarını yitirenlerden niceleri, toplam 97 kişi, 10 Nisan günü, Moskovanın 350 km. doğusundaki Smolensk Havaalanına inişe geçtikleri sırada, uçağın siste yere çakılmasıyla hayatlarını kaybettiler..
Haber, dünyada şok etkisi meydana getirdi.. Çünkü, bir devletin en seçkin yöneticilerinin büyük bir kısmı, bir anda topluca hayat sahnesinden çekiliyorlardı.. Adetâ, bir devlet çöküvermişti..
Kaczynski ve yanındakiler, Katyn Ormanı Faciasının 70. yıldönümü anma merasimlerine katılmak üzere gidiyorlardı, Smolenske..
Leh ve Jaroslav Kaczynski, ikiz kardeş idiler ve, kurdukları partinin 4 sene öncelerde seçim kazanması üzerine, birisi Cumhurbaşkanı ve diğeri de Başbakan olmuştu.. Ve hangisinin hangisi olduğunun ayırtedilmesi neredeyse mümkün değildi.. Ancak, Jaroslav, daha sonraki bir seçimi kaybederek, Başbakanlıktan ayrıldı..
Katolik-muhafazakâr görüşleriyle bilinen bu iki kardeş, hem Rusya ve hem de Almanya karşıtlığıyla biliniyorlardı.. Ve ülkeleri, bu her iki devletin de istilasına ve aralarında paylaşmalarına sahne olmuştu; Hitler ve Stalin zamanında ve 2. Danya Savaşından sonra ise, 40 sene, Sovyet nüfuz sahasında kalmış ve kapitalist Batı Blokuna ve NATOya karşı, komünist Doğu Blokunun Savunma Paktı olan Warsaw (Varşova) Paktına merkezlik yapmıştı..
Doğu Avrupadaki bu tek katolik ülke olan Polonyanın Sovyet Rusya liderliğindeki komünist blok cenderesindeki esaretten kurtulmak için verdiği mücadeleler ise, 1970lerde Gomulka, 1980lerde Gierek yönetimlerine karşı yapılan yaygın protesto gösterileriyle dünya gündemine devamlı oturmaktaydı.. Keza, 1980lerden sonra Gen. Jarulesky liderliğindeki askerî diktatörlük dönemi ve ona karşı Gdansk Tersanelerinde bir işçi lideri olan Leh Valesa liderliğinde filizlenen Solidarite / Dayanışma Sendikasının ve de Katolik Kilisesinin komünist yönetimi çökertmekteki müthiş mücadeleleri..
*
Bu arada, Polonya derin bir acı içinde kıvranıyordu..
Çünkü, Polonyanın Stalin Sovyetleri ve Hitler Almanyası arasında paylaşıldığı ve 2. Dünya Savaşının patlak verdiği 1 Eylûl 1939dan sonra, ülkelerinin yağmalanmasına karşı direnen Polonyalı, 22 binden fazla subay, asker ve sivil esirlerin âkıbeti hakkında kimse bir şey bilmiyordu..
Bu arada, 1940 yılının sonuna doğru, Hitler, daha önce anlaştığı Staline karşı âni bir saldırıga geçivermiş ve ortaklık bozulmuş ve de Stalin Sovyetleri, Amerika ve İngiltere safına geçmişti, Hitler Almanyasına karşı..
Savaş, 1945 yılında Almanya- İtalya ve Japonyanın kesini yenilgisiyle sonuçlanınca ve de Polonya bütünüyle Sovyetlerin nüfuz alanına dâhil olunca..
Stalin Rusyası, başta Polonya halkı olmak üzere, bütün Avrupayı ve hattâ dünyayı dehşete düşüren bir korkunç cinayeti dünyaya duyuruyordu..
Katyn Ormanı Katliâmı..
Bugün Beyaz Rusya sınırları içinde yer alan Katyn Ormanında bir toplu mezar ve enselerinden birer kurşunla vurulmuş onbinlerce iskelet bulunmuştu.. Sayıları 22- 25 bin kadar olan bu korkunç cinayetin kurbanlarınında Polonyalı subay, asker ve işgale karşı direnen sivil insanlar oldukları anlaşılıyordu.. Ve vatanlarını savunmak isteyen bu insanlar, Hitler rejimi tarafından katledilmişlerdi..
Hitler Almanyası yenilmiş ve Adolf Hitler de intihar ederek dünyadan ayrılmış; Almanyanın batısı Amerikan- İngiliz ve Fransız bölgesi olarak Federal Almanya; doğusu ise, Demokratik Almanya Cumhuriyeti adıyle, komünist bloka dahil bir ülke olarak ikiye bölünmüştü..
Katyn Ormanı Faciasıyla, Hitlerin canavarlığı bir daha belgelenmişti ve o mazlumlara sadece Polonya halkı ve Avrupalılar değil, Sovyet halkları da gözyaşı döküyordu ve Stalin gibi bir acımasız lider bile, hüzünlü bir çehre ile açıklıyordu bu korkunç cinayeti..
Almanya ise, yenildiği için savaş suçlusu olarak ilan edilmişti, hiç itiraz edemiyordu..
Bu durum, 45 sene devam etti..
Ancaaak, Batı Almanya iyice güçlenip, yeniden dünyanın sayılı ekonomik güçlerinden birisi haline gelince, 1986 yılında, dönemin Federal Almanya Şansölyesi Helmut Kohl, son dönemlerini yaşamakta olan Sovyetlerin Almanyayı ziyaret eden ünlü lideri Mihail Gorbaçeve, Katyn Ormanı Faciasını hatırlatmış ve 45 yıldır suçlanıyoruz, ama, biz Katyn Ormanında hiçbir zaman tek bir asker bile bulundurmadık.. Nerde kaldı ki, 20 bini aşkın insan, bizim tarafımızdan katledilmiş olsun.. diyor ve Gorbaçev de, Evet; o katliâmı, Stalinin emriyle Sovyetler Birliği yapmıştır.. itirafında bulunuyordu..
O zaman bunun açıklanması gerekiyordu..
Gorbaçev, sosyo-ekonomik açıdan oldukça güç durumda olan Sovyetlerin sıkıntılarını gidermek için, bir çırpıda, Kohlden 15 milyar mark kredi koparıyor ve Moskovaya dönüşte, televizyona çıkıp, Katyn Ormanındaki o korkunç cinayeti biz işledik.. diye, Stalinin bu konudaki emirlerini ve diğer belgeleri, ekranlardan halka gösteriyordu..
İlginç olan şu ki, İngiltere bu açıklama üzerine, Biz Katyn Ormanındaki o cinayetin Stalin tarafından işlendiğini taa baştan biliyorduk, ama, Hitler düşmanımız olduğu için, onun suçlanması işimize geliyordu.. açıklaması yapıyordu.. (Hürriyet gaz. eski Gen. Yy. Md.lerinden Çetin Emeçin öldürülmesi üzerinden 20 sene kadar bir süre geçtikten sonra, Emeçin eşi, 2010 Şubatında yaptığı açıklamada, Çetinin öldürülmesini dincilerin üzerine atmak işimize gelmişti.. Ve devletin içindeki Ergenekon vs,. gibi bir takım oluşum ihtimallerini kabullenmek zor geliyordu... sözleri de aynı mentaliteyi, ferd planında yansıtmıyor mu?)
*
Evet, sadece 40 milyonluk Polonya halkı değil, bütün dünya halkları, yarım asra yakın bir süre boyunca, Katyn Ormanı Faciası konusunda korkunç şekilde aldatılmıştı..
Bu aldatma, Katynde katledilen insanların maruz kaldığı zulümden daha hafif değildi..
Bugün de, sözgelimi, 11 Eylûl 2001de Amerikada meydana gelen korkunç saldırılar, daha kimin neyi, nasıl yaptığı bilinmeden, facianın üzerinden 5-6 saat geçmemişken, İslamın ve müslümanların üzerine atılmadı mı?
Çünkü, yeni bir soğuk savaşın başlatılması ve bunun için de, yeni bir manipulasyon gerekiyordu.. Aradan geçen 9 yıla rağmen, 11 Eylûl Saldırılarının müslümanlar tarafından yapıldığına dair net bir delil ortaya konulamadı..
Kaldı ki, müslümanlar tarafından yapılmış olsaydı bile, bunun İslama mal edilmesi nasıl mümkün olabilirdi?
Ama, bugün hemen bütün dünyada, nerede bir bombalama olursa, hemen bu terör eylemlerinin İslamın ve müslümanların üzerine atılması gibi bir gelenek geliştirilmiş oldu..
11 Eylûlün de tıpkı Katyn Ormanı Faciasındaki gibi bir propaganda savaşı malzemesi olarak kullanıldıktan nice zaman sonra, belki, bu suçlamaların da bir taktikten ibaret olduğu itiraf olunacaktır..
Evet, tarih, öyle bir güç yarışıdır ki, galib gelenlerle mağlub olanların iddiaları, tabiatiyle taban tabana zıd kutublarda görülmektedir..
Asıl mesele ise, büyük kitlelerin, bu manipulasyonlara gelip gelmiyeceği konusudur..
*
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.