1. YAZARLAR

  2. Cihan AKTAŞ

  3. Süreyya aynası
Cihan AKTAŞ

Cihan AKTAŞ

Yazarın Tüm Yazıları >

Süreyya aynası

A+A-

Haziran yaklaşırken rahmetli Süreyya Yüksel üzerine düşünmeden edemem. O Haziran’ın başlarında aramızdan ayrıldı ve aradan on yıl geçtiği halde, arkadaş grupları arasında varlığı her zamanki kadar canlı, etkili. Tıpkı Ercüment Özkan gibi “muhteşem muhalif”, “sivil öfke”ydi Süreyya. Aynı zamanda sarsılmak bilmeyen bir cemaat gönüllüsüydü. Bazen aynı öğrenme sürecini paylaşan arkadaşlar birlikte bir cemaat oluştururlardı o öğrenme yıllarında. Bu arada, “cemaat” denildiğinde tek bir örnek hatırlanmıyordu. Hiyerarşik bir yapısı olmayan eşitlikçi cemaatlerdi, sözünü ettiklerim.

Tefsirler, hadis külliyatları okumak üzere bir araya geliyorduk. Bazen bir gecekondu bahçesi oluyordu toplantı yerimiz bazen hiç bilmediğimiz uzak bir semtin mütevazı salonu. Öğreniyor ve yaşamaya çalışıyorduk. Yaşanmayan bilgi ancak hamallık sayılırdı. Doğruyu bildirip yanlıştan sakındırmanın yolları üzerine düşünüyorduk. Bu süreçte Süreyya Yüksel ve Sabiha Ünlü’nün açtığı Suffa Okulu, öğrenme yollarına düşmüş her kadına kapısı açık bir merkezdi. Kimileri sürekli gitti, kimileri –benim gibi- fırsat buldukça; ancak çoğumuz orada ve çeşitli meselelerin konuşulduğu her platformda Süreyya Yüksel eleştirisinin sarsıcı sorularıyla bir şekilde tanışma fırsatı buldu. “Süreyya Aynası”, cemaatin ancak hiyerarşik ve başkasına kapalı olmayan bir eleştiriyle yapıcı bir konuşmayı sürdürebileceğini gösteren temsiliyle hâlâ arkadaş topluluklarında etkili olmaya devam ediyor.

Birey olarak varlığımızı geliştirmeye izin veren bir cemaat ilişkisini gerçekleştirmeye çalışan arkadaşlar olarak geçen yıllar içinde bağlarımız neredeyse hiç kopmadı. İslam’ı yeniden öğrenirken aynı zamanda egemen değer yargılarının tahakkümünden kurtulmaya çalışıyorduk. Bu anlamda “gerçeğe saygı” son derece önemliydi. Gerçek ancak layıkıyla fark edilip yorumlandığında kendinde hakikate bir yol açar, diye düşünürdük. Konformizm küfür sayılırdı. Güzelliği ve önemi modalaşan akımların işaret ettiği yeni formlar ve üsluplarda değil, hakkı ve adaleti hatırlatan eylemlerde arıyorduk. Estetik toplumsal hayatın (cemaatin) etiğinde içkin olmalıydı ya da sürekli iyiliğe dönük keşiflerde. Bazen bir hadis-i şerifte yakalanırdı hayatın özü, bazen bir ümminin yalın hayat tarzında.

Birbiriyle ilgilenmek, mümin sorumluluğunun bir gereğiydi. Yasin Suresi’nde geçen “Şehrin en uzak ucundan koşarak gelen” kişi rolünü üstlenebilmeliydik her birimiz. Şehrin en uzak ucu, mahrumların yaşadığı her yer bizim de mekânımız olabilmeliydi. Sahabenin mahrumiyeti, özverisi, Ensar ve Muhacir kardeşliği birer rivayetten öte giden bir gerçek kılma sorumluluğu yüklüyordu üzerimize. Beri taraftan öğrendiğimiz ilkelere ters düşen bir gidişat içindeysek de nasıl göründüğümüzün yalansız dolansız tasviriyle birbirimizi uyarabilmeliydik. Başka türlü nasıl mümin mümine ayna olmayı başarabilirdi ki… Hikayeleri 1980’de geçen Seni Dinleyen Biri isimli romanımda bu duyarlığın hayatta bulduğu çeşitli karşılıkları konu almıştım.

***

Türkiye’de rejimin on yılda bir yapılan darbelerle paradigmasını korumaya alıştırıldığı söylenebilir. On yıl, bir kuşak değişimi anlamına geliyor ve Türkiye başka türlü bir kimlik adına “hatırlamayı unutturmayı” hedefleyen bir ideolojinin iliklerimize kadar nüfuz etmeye çalıştığı yaralı bir ülke. Hatırlamanın önemini kavramaktan uzak bir öğrenme, bütün çabasına karşılık İslami kesimin dışında kalamadığı bir ehlileştirme yöntemi. Daha önemlisi ise uzak ve yakın tarihte yaşananları birbirine bağlayan yorumlardan yoksunluğumuz. Genç kuşaklar başörtüsü yasağını 28 Şubat tarihi üzerinden okumakla yetiniyorlar. 1970’lerde toplumu ikiye bölen büyük gerginliğin sebep olduğu acılar üzerine layıkıyla düşünülmüyor. Hep atıfta bulunulan “Diriliş” külliyatı içeriğinden boşaltılarak hamaset malzemesine katılıyor.

Cumhuriyet ideolojisi şehirleri İslami anlamından boşaltmak istediğinde, cami yerine kültür merkezlerini koymuştu. Bu bilgi bazen ifade edilse de “yeni muhafazakarlık” olarak isimlendirilen bir siyasetin ağırlık kazandığı içinde bulunduğumuz dönemde şehirlerin AVM merkezli bir dönüşüm geçirmesinin anlamı gerektiği ölçüde konuşulmuyor. Okuma açısından sonlarda yer alırken, AVM sayısı açısından Avrupa’nın üçüncüsüyüz ve bu da bir övünç meselesi kimilerince. Kuşkusuz bilgi değil, yorumlama fukaralığı bu konuşamama halini pekiştiren bir etkiye sebep oluyor. Daha müreffeh hayatlar yaşıyor ve sistemin imtiyazlı sınıflarına dönüşüyor olmanın kıvancından önemli bir kazanım düşünülemezmiş gibi savunmalar yapıyoruz… Öyle ya “şey”ler akıyor, enerjiler ve arzular da; “keyif” retoriği ise her zamanki kadar işlevsel.

Az şey mi yapıldı geçen on beş yıl içinde, hatırlamayı bilen, hatır gönül bilen kimsenin küçümsemeye hakkı olamaz. “Agora”ya adım atmaları yasaklanmış kalabalıkların ortaya koyduğu yeni bir dinamizm ve neşe, insanı henüz sürmekte olan dönüşümün önemine inandırıyor. Barış sürecinin yanı sıra bana en etkileyici gelen gelişmelerden biri, sağlık hizmetleri. Anadolu’yu dolaşırken hasta ve engellilere evlerde sağlanan hastabakıcılık hizmetlerinin istisna teşkil etmediğini fark ediyorum.

Bunlarla birlikte “Süreyya aynası”nın eksikliğinin duyurduğu bir sıkıntıdan söz etmeden süreci tanımlanmakta zorlanırız. Rövanş sebebiyle “sivil” çalışmalarda anlam kazanmış çeşitli İslami grupların reel politiğin öne çıktığı iktidar dili tarafından yutulması, “müminin mümine tutması gereken ayna”dan yoksun kalma gibi bir sonuç ortaya koyuyor.

İslam davası ayrışma yerine kardeş olmayı, kaynaşmayı öne sürmüyor mu? Oysa tıpkı seküler cumhuriyet ideolojisi gibi yeni küreselci hayat tarzı söylemleri de ayrışma yoluyla seçkinleşmeyi teşvik ediyor. AKM’nin mimarı Hayati Tabanlıoğlu’nun Türkiye’nin ilk AVM’si sayılabilecek Galleria’nın da mimarı olması rastlantı olmasa gerek. Ancak sürüp giden bir akışın içine gönül rahatlığıyla yerleşmenin sorgulanacak yerde bir dava kazanımı halinde yaygınlaşması kurcalanmayı hak eden bir zaaf hali. Cemaat olmayı, cemaatleşmeyi unutuyoruz. Yardım ediyoruz, ama komşu olamıyoruz, diyor ilahiyatçı yazar Fatma Akdokur.

***

Süreyya aramızda olsaydı, yaşadığımız günleri nasıl yorumlardı, düşünmeye devam ediyorum.

Eleştiri ile başlayan yapıcı bir süreç ancak özeleştiriyle yürüdüğü takdirde hakkaniyetli olmayı sürdürebilir. Gelgelelim birbirine ayna tutması beklenebilecek çeşitli grupların her biri aynayı kendine tutuyor ve simasına hayranlığını koruma adına ayna yüzeyinin puslu kalmasını tercih ediyor. İslami iddialarla kurulup gelişen vakıf ve derneklerin kendi alanlarında derinleşecek yerde dava adına muhafazakâr yapılara hizmet ediyor olması ve devletçi söylemlere kendini uyarlamayı görev bilmesi görmezden gelinemeyecek bir problemdir. Söz konusu olan, eleştiri geliştirme yeteneğine sahip –İslam tarihinde nispeten bağımsızlığını koruyagelmiş- bir ara alanın devlet ve iktidarın korunması adına kaybediliyor olması. Öyleyse –İslami ve milli geleneğimizde var olduğunu düşündüğümüz- o ara alanın yokluğunda müminin ihtiyaç duyduğu aynayı kim, kime karşı tutacak? Tuhaf, sahipsiz kalmış bir aynadan söz ediyoruz sanki, öyle ki gerginlik siyaseti nedeniyle kırk parçaya bölünmüş gibidir. Her bir grup kırılmış aynanın bir parçasına bakarak hakikatin kendi elinde olduğunu öne sürüyor ve bir zamanlar kardeş bildiğini tıpkı kendisi gibi düşünmediği için acımasız suçlamalarla tekfir edebiliyor.

Ayrıca kimi yazar ve siyasiler söz ve eylemleriyle iktidara değil de kendilerine iyilik murat eden abartılı bir dil kullanarak gerginliğin tırmanmasına katkıda bulunuyor.

Muhalifini kendinde var olduğuna iman ettiği değerlerden faydalanmaya çağıran bir siyaset imkansız mı? Hayır, birlik, beraberlik, kardeşlik üzerinden dillendirilen, başkasına kapalı olmayan ve cemaat ruhunu canlı tutma niteliklerini haiz hiçbir vaat boş görünmüyor bana.


 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.