1. YAZARLAR

  2. Zülfikar Furkan

  3. SOSYOLOGLARIN EN TARAFSIZI (İBN HALDUN)
Zülfikar Furkan

Zülfikar Furkan

Yazarın Tüm Yazıları >

SOSYOLOGLARIN EN TARAFSIZI (İBN HALDUN)

A+A-

 

SOSYOLOGLARIN EN TARAFSIZI (İBN HALDUN)

Tarihsel olayları objektif kıstaslar çerçevesinde okumadan, sosyal bilimler içerisinde yer alan kavramları tanımlamak bir hayli zordur. Mevcut toplumsal yapı içinde eşitsizlikler, hiyerarşiler ve bunlara bağlı farklı çıkarlar vardır. Farklı çıkarlar etrafındaki çeşitli gruplar kavramlara farklı anlamlar yükler ve kavramlar üzerinde de mücadele ederler. Örneğin ‘sınıf’ kavramının bir emekçi için anlamı ile bir işveren açısından anlamı farklıdır. Üstelik bu çıkar çatışmasına ve mücadeleye bağlı olarak bir kavramın anlamı dönemden döneme de değişebilir. Dolayısıyla zaman içinde kavramlar bazen yeni anlamlar kazanabilir, bazen mevcut anlamlarını yitirebilir ve hatta tamamen ortadan da kalkabilirler. Bu çoğu durumda, çoğunlukta ya da azınlıkta olması fark etmeksizin, belli bir zümrenin özel çıkar ya da görüşünü yansıtan, dolayısı ile aslında taraflı bir tanımın; herkesçe kabul edilen, genel görüşü yansıtan, tarafsız bir anlam olarak benimsetilmesi yolu ile gerçekleşir. Bunun bir örneğini ‘uygarlık’ kavramının gelişiminde görürüz: Batı’da ortaya çıkan bir sınıfın yaşam biçimini temsil eden, hatta (örneğin Alman milliyetçileri ya da romantik sanatçılar tarafından) küçümsenmiş bu kavram, zamanla, ‘bilgi ve görgü sahibi’ insanların oluşturduğu yaşam biçimi anlamında kullanılmaya başlanmış; giderek genelleştirilip nötrleştirilmiş; hatta zamanla politik bir amaca da hizmet ederek, bu hâli içinde, ‘uygarlık götürme’ gerekçesine zemin oluşturarak Batı sömürgeciliğinin kendini meşrulaştırmasını sağlamıştır. Benzer bir örneği ‘toplumsal değer’ kavramında görürüz: Özellikle muhafazakâr politikacılar bu kavramı sık sık ve toplumun geneli tarafından benimsenen değerler anlamında kullanırlar. Bu kullanımda ilk bakışta kavram artık, herkes tarafından kabul edilmiş, tartışması olmayan, tarafsız bir anlam içeriyor gibi görünecektir. Oysa daha yakından bakıldığında atıfta bulunulan değerlerin toplumun geneli tarafından gerçekten benimsenip benimsenmediğinin tartışmalı olduğu; kaldı ki benimsense dahi, ‘değer’ ölçütünün çok kişi tarafından benimsenmek olup olmadığının netleşmediği; üstelik belki de bu değerlerin zaten değişmekte olduğu ve belki benimseyenler arasında bile farklı anlamlar yüklendiği görülebilir.

Bu nedenlerle sosyal bilimlerde fizik, kimya benzeri doğal bilimlerde olduğu gibi kesin kavramlar yoktur ve yapılabilecek en doğru şey kavramların ne zaman, hangi ihtiyaca cevaben ortaya çıktığını ve zaman içinde kimler tarafından hangi anlamlarda kullanıldıklarını tarafsız bir şekilde tespit etmektir. Sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin gelişimlerinin peş peşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiçbir katkı sağlamayacağını, nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerektiğini ifade eden İbn Haldun, tarihin gördüğü en objektif kişi ünvanını elde etmiştir.

Modern tarih yazımının, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden kabul edilen devlet adamı ve düşünür olan İbn Haldun, İslam aleminde Liberalizm ilkelerini kitaplarında bulunduran ilk Müslüman düşünürdür. 1332-1406 yılları arasında yaşayan İbn Haldun Tunus’ta doğmuştur. Köklü bir aileden geldiği için iyi bir eğitim aldı. Tunus ve Fas'ta devlet görevlerinde bulunduktan sonra Gırnata ve Mısır'da çalıştı. Kuzey Afrika'nın o dönem istikrarsız ve entrikalarla dolu siyasal yaşamı 2 yıl hapiste yatmasına neden oldu. Bedevi kabilelerini çok iyi tanımasından dolayı aranan bir devlet adamı ve danışman oldu. Mısır'da 6 defa Maliki kadılığı yaptı. Şam'ı işgal eden Timur ile görüşmesi bir fatih ile bir bilginin ilginç buluşması olarak tarihe geçti. Gözleme dayanan ampirik (görgül) bir zemine oturttuğu çalışmalarıyla, 19. yüzyılda doğacak sosyolojinin habercileri arasında sayılır. Tanınmış sosyal antropolog Ernest Gellner, İbn Haldun’un fikirlerini açıklarken onu “sosyologların en tarafsızı” olarak tanımlar ve ekler: İbn Haldun “durumu olduğu gibi anlatır, düzeltmek için bir reçete önermez. Yalnızca durumu inceler.

Kuzey Afrika’daki kısa ömürlü küçük devletlerin gelişme ve çöküş dönemlerine şahit olan İbn Haldun, gözlemlerini Mukaddime’sine aktarmıştır. Mukaddime, 7 ciltlik dünya tarihi Kitab ül-İber (İbretler Kitabı)’in giriş kitabı olarak yazılmıştır. İbn Haldun bu eseriyle Kâtip Çelebi ve Naîmâ gibi birçok Osmanlı tarihçisini etkilemiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş ve çöküş dönemleri pek çok defa onun teorileriyle analiz edilmiştir. 19. yüzyıldan itibaren ise Avrupalı tarihçiler tarafından keşfedilmiş ve eserleri büyük ilgi çekmiştir.

İbn Haldun’a göre tarihin görünür yüzünde bir dizi olaylar yer alırken, tarihin asıl manası gizli yüzündedir. Mukaddime’nin girişinde sırf nakil ve söylentilere dayanan bir tarih bilimine güvenilemeyeceğini, çeşitli milletlerin ve devletlerin gelişimlerinin peş peşe sıralanmasının tarihi anlamaya hiçbir katkı sağlamayacağını belirtir. Önemli olan bu gelişmenin sırrını kavramaktır. Nakledilen bilgilerin ve olayların bir mantık süzgecinden geçirilip, gerçeğe uygun olup olmadığını anlamak gerekir. Kuzey Afrikalı düşünüre göre tarihin gerçek bilgisine ulaşabilmek için sosyal olay ve olguların objektif gözleminden işe başlamak gerekir. Uygarlık ve toplulukların çeşitleri, zaman içindeki değişimleri ve bu değişimlerin nedenleri incelenmelidir. İşte bunu yapacak bir bilime ihtiyaç vardır. İbn Haldun, kendinden önceki düşünürlerin eserlerini taramış ve böyle bir bilimin oluşturulmamış olduğunu, oluşturulmuşsa da kendisinin buna ulaşamadığını belirtmiştir.

İlk kez kendisi tarafından ortaya çıkarılan Ümran İlmiyle bilimsel tarihçiliğin ve sosyolojinin temellerini atmıştır. Geçmiş çağlarda yaşamış kavimlerin durumları, bu kavimlerin idareyi ve ülkeyi ellerine geçirmelerinin sebepleri; insan topluluklarının tabiatları, yerleşik veya göçebe hayat, göçler ve nüfus hareketleri; devletlerin kuruluşu, kuvvet kazanmaları ve çökmeleri; üretim ve tüketim; bilim, sanat, ticaret; zamanın akışı içerisinde bu sayılan durumların değişmesi ve değişmelerin sebeplerini incelemiştir. Dinamik bir toplum anlayışına sahiptir. Toplumların sürekli bir değişim ve çatışma içinde olduklarını ileri sürer. Devleti de toplumsal bir olay gibi değerlendirir ve inceler. Toplumun kökeni, insanın toplumsal bir varlık olmasına dayanır. Bir arada yaşama zorunluluğu, diğer bir ifadeyle toplum olma durumu, dayanışma ihtiyacından doğmuştur. İnsanlar, doğal zorluklarla baş edebilmek için bir arada (toplum olarak) yaşamak zorundadırlar. Toplumlar arasındaki farklar ise coğrafi şartlar ve iklim koşullarından kaynaklanmaktadır.

İbn Haldun toplumları iki ayrı tipe ayırmıştır: göçebe toplumlar ve yerleşik toplumlar. Sosyal dinamik, diğer bir deyişle toplumsal değişme, bu iki toplum tipi arasındaki diyalektik çatışmadan kaynaklanmaktadır. Yerleşik toplumlar zamanla gevşer ve yozlaşır. Bu toplumlarda yaşayan insanlar zevk ve rahata düşkün hâle gelirler. Göçebeler ise daha savaşçıdırlar ve aralarındaki bağ (asabiye) daha kuvvetlidir. Zamanla zenginleşen ve güç kazanan göçebe toplumlar, yerleşik uygarlıklar kurarlar ya da yerleşik uygarlıkları yıkarak yerlerine geçerler. Göçebe toplumlarda düzeni yaratan sosyal ilişki/bağ “asabiye”, aynı zümreye mensup olmanın yarattığı dayanışmadan doğar. Bu bağ önce kabiledeki akrabalık ilişkilerinden doğar. Kabile geliştikçe, içine farklı soylar dâhil olunca, asabiye dar anlamda bir akrabalık bağı olmaktan çıkar, geniş anlamda bir kavim ve kabile bağı hâlini alır. Göçebe toplumlarda düzenin kurulmasında, asabiye bağının yanı sıra şeflerin otoritesinin payı da vardır. Şefle kabile üyeleri arasındaki bağ, kendiliğinden doğan ve örfi kurallarla desteklenen bir bağdır. Devlet örgütüne sahip yerleşik toplumların tersine, göçebe toplumlarda şefin emrinde askeri bir güç bulunmaz. ((Siyasal Düşünceler Tarihi İstanbul Üniversitesi Yayınları)

Toplumun yerleşik bir düzene geçişiyle birlikte devlet doğar. Yerleşik uygarlık sürecine geçişle kabileler (soylar) birbiriyle kaynaşır/karışır ve nüfus artar. Ayrıca toplumda servet birikimi ortaya çıkar. Bu yeni durumda, düzeni sağlamak için asabiye artık yeterli değildir. Merkezi bir baskı ve kontrol aracına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı karşılamak üzere siyasi iktidar (devlet) doğar. İbn Haldun’a göre devlet, birbirleriyle rekabet ve mücadele hâlindeki kabilelerden birinin diğerlerine üstün gelmesi ve onlar üzerine üstünlük kurmasıyla başlar. Devlet toplumdan farklı bir kategoridir. Toplum, insanların birbirlerine yardım etmeleri zorunluluğundan doğmuştur. Devlet fikri ise, insanı hemcinslerinin saldırı ve zulmüne karşı koruma gereğinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İnsanlar diğer hemcinslerinin tecavüzünden korunabilmek için bir yasakçıya ihtiyaç duyar ve onun otoritesine boyun eğerler. Devletin ortaya çıkışı sosyal bir olaydır ve tıpkı toplum gibi, bir zorunluluktan ileri gelmektedir.

İbn Haldun’a göre kabile dayanışmasına dayanılarak kurulan hanedan devletinde hükümdar bir müddet sonra kendi kabilesinin (aile ve soyunun) mensuplarına güvenemez olur. Bunların yerine dışarıdan derlenmiş, kendine bağlı bir askeri güç sağlar. Bu usule devşirme denir. Bu sistem, uzun süre Osmanlı Devleti tarafından da uygulanmıştır. Askeri ve sivil bürokrasinin önemli bir bölümü, gayrimüslim tebaadan çocuk yaşta devşirilen kişilerden oluşturulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda devşirmeler, devletin çok yüksek makamlarına (sadrazamlığa kadar) yükselebilmişlerdir. İbn Haldun, yerleşik yaşamın ortaya çıkardığı karmaşık sorunları çözebilmek, hükümdarın yetkilerini sınırlandırıp belli kurallara uymasını sağlamak ve devleti çökmekten kurtulabilmek için devletin belli bir siyaset izlemesi gerektiğini ileri sürer. Yerleşik toplumların yönetiminde üç çeşit siyasetin uygulandığını gözlemlemiştir:

1. Aklî Siyaset: Devletin, insanların akıl yoluyla bulup uyguladıkları siyasetle yönetilmesidir. Bu siyasetin iki farklı tezahürü söz konusu olabilir: Kamu çıkarını ön plana alan bir siyaset olabileceği gibi, hükümdarın çıkarlarına hizmet eden bir siyaset de olabilir.

2. Medeni Siyaset: Filozofların sözünü ettiği ideal siyasettir. Otoriteye gerek olmaksızın, insanların barış ve huzur içinde yaşaması şeklinde tanımlanabilir. Eflatun’un bahsettiği “ideal site” veya İslam düşünür Farabi (872-950)’nin sözünü ettiği “erdemli şehir” buna bir örnektir. Bu tür bir siyasetin gerçekleşebilmesi için insanların erdemli ve olgun olmaları gerekmektedir. Kendi kendilerini denetleyebilen faziletli insanların yönetimde olduğu bu tür bir siyasetin pratikte gerçekleşebilmesi uzak bir ihtimaldir. İbn Haldun, Farabi’nin Medinetü’l- Fazıla (Erdemli Şehir) adlı eserinden bahsederken, toplumsal gerçekliğin böyle bir devleti mümkün kılamayacağını belirterek “medeni siyaset” düşüncesini açıkça eleştirir.

3. Dini Siyaset: Devletin, Allah’ın elçileri vasıtasıyla bildirdiği yasalar çerçevesinde yönetilmesidir. Dini kurallar, sadece bireylerin değil, devletin izlemesi gereken yolu da gösterir. Peygamberden sonra halifeler tarafından yürütülmüş olan bu siyaset, İbn Haldun’a göre hem bu dünya hem de ahiret için en doğru siyaset biçimidir.

Medeni siyaseti tamamen hayali bir düşünce olarak değerlendirip devre dışı bırakan İbn Haldun, akli ve dini siyaset türlerini karşılaştırır ve dini siyasetin akli siyasetten üstün olduğunu ifade eder. İbn Haldun’un bu tespitleri, onun gözlemci yönünü ortaya koymaktadır. Devleti meydana getiren neden veya zorunlulukları, sosyal olaylarla açıklama eğiliminde olan bu İslam düşünürü, Mukaddime adlı eserinde devletlerin ve medeniyetlerin Arap-Müslüman dünyasında geçtikleri aşamaları döngüsel bir şekilde tasvir eder. İbn Haldun’a göre bir hükümdarlığın geçtiği beş aşama vardır. Kuruluş, ilerleme, doruk noktası, çöküş ve yok olma şeklinde birbirini takip eden aşamalarla tanımladığı bir devletin hayatı, insan hayatı ile çok büyük benzerlikler taşımaktadır. Zaten kendisi de bir devletin doğal ömrü ile herhangi bir insanınki arasında benzerlik kurar ve devlet ömrünün çoğunlukla üç insan neslinin yaşadığı süreyi, yani yaklaşık 120 yılı geçmeyeceğini belirtir. Devleti kuran ilk nesildir; ikinci nesil bolluk ve refah içinde yaşar ve yerleşik hayata alışır, ancak daha sonraki süreçte zaferler kesintiye uğrar; refah içinde yaşamaya alışan üçüncü kuşak ise devletlerini koruyamazlar ve devlet bu üç nesilde ihtiyarlık ve yıkılma çağına gelir, nihayet herhangi bir kuvvet saldırdığı takdirde devleti koruyacak ve karşı koyacak kuvvet bulunmayacak, devlet yıkılacaktır. (Siyasal Düşünceler Tarihi İstanbul Üniversitesi Yayınları)

Ancak, İbn Haldun her ne kadar bir medeniyetin gelişim süreci ile bir canlının biyolojik döngüsü arasında karşılaştırmaya gitse de hükümdarlık için çöküş, doğal ölüm anlamına gelmemektedir. Söz konusu hükümdarlık, kendisini fetheden başka bir toplumun egemenliğine geçmektedir. Fethi gerçekleştiren yeni toplum ise yeni bir devletin temellerini atar ve yeni bir döngü başlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.